Mülkiye’deki Bir Avuç Genç Aydın

Toplumun böyle şeyleri dikkate aldığı falan yok. İyi. O halde, tam da almadığı için olayın üzerine gidilmesi ve yaşanan rezaletin yorumlanması gerekiyor. WikiLeaks ile ortaya çıkan ve Türkiye’nin ne durumda yönetildiğini açığa çıkaran belgelerden söz ediyoruz. Ama söyleyeceklerimiz, bu maceracı Julian Assange’dan farklı bir yerde. O belgelerin içeriği çok da önemli değil. Bizim tahmin ettiğimiz rezillikler, görüşlerimiz ve öngörülerimiz, belgelenmiş oluyor sonuçta.

Ne getiriyor peki?

Hiç. Başka bir şey oluyor. Başka sorular geliyor gündeme.

Şu, mesela: Toplumun pek ilgilenmediği, daha doğrusu neredeyse hiç ilgilenmediği konular üzerinde durmak gerekiyor mu? Böyle yapılırsa, acaba abesle mi iştigal edilmiş olunur, halktan mı uzaklaşılır?

Siyaset, geniş halk yığınlarının doğrudan ilgi alanı içindeki şeylere mi, yoksa o alanın dışında kalan şeylere mi bir önem atfetmekten geçiyor? Halkın kavrayış gücünü takviye etmek, hatta kapasitesini genişletmek için, onun ilgi alanının içinden çok dışından müdahale etmek daha yararlı olmaz mı?

Öyle tabii. Bilinç dışarıdan içeriye taşınır. Tıpkı koca bir sürünün içine giren bir avuç Mülkiyeli genç aydın gibi. Sarsıverirler tüm sürüyü ve çobanlarını...

Eğer siyaset sadece halkın önem verdiği şeyler üzerinden dönseydi, mağara yaşamını bile aşamazdık, bırakın İhtilal-i Kebir’i veya Ekim Devrimi’ni... Bugün de, en fazla, televizyon veya bilgisayar karşısında oturup oyun izler veya bu oyunları "eleştirirdik"... Başka bir şey yapmak elden gelmezdi. Hiçbir şey de değişmezdi zaten.

Demek halkın algısını zorlamak, başka yerlere bakmasını ve baktığı yerde gördükleri üzerine de düşünmesini sağlamak gerekiyor.

30 yıl önce sahnede olan bitene bakan Türk halkı çok korktu. Her türlü ahlaksızlığın ortağı olmayı kabul etti. Tıpkı nazizmle inanılmaz bir cehennemin yaratılmasına o ateşe odun atarak, tarihin yarattığı en büyük bir barbarlığa katkıda bulunan çoğunluk Alman halkı gibi... Pinochet’in Şili halkı veya Videla’nın Arjantinli şakşakçıları gibi.. Ya da dünyanın boğazına sarılmış Amerikan devletini veya demokrasisini can-ı gönülden destekleyen Amerikan halkı, hatta işçi sınıfı gibi... Fark yok... Şimdi Yordam Kitap sayesinde Türkçeye de giren kitabı "Kapitalizmin Kısa Tarihi"nde, Prof. Dr. Georg Fülberth’in de işaret ettiği üzere, en geç 13’üncü yüzyıldan itibaren Kuzey İtalya’daki ilk "erken kapitalist toplumların" görünmesinin üzerinden 700 yıl falan geçtikten sonra, doğrusu kapitalizm, sermaye düzeni, halkı kendi başına bırakmaz. "Kültür endüstrisi" niye var? Halk veya işçi sınıfı kendi başına hiçbir şey yapmaz. Aydın yoksa, halk da yok. Sürüleşmiş her halk, aydını şu veya bu nedenle kırılmış olan halktır.

Demek ki, halkı şaşırtmak, her halkı, kendisi hakkındaki bilgisini de sorgulayacak şekilde şaşırtmak gerekiyor. Jakoben tavır, bunun için devrim tarihinin olmazsa olmazıdır.

Bugüne ve bize bakalım: Geniş halk kitlelerinin, günlük hayatının bir parçası olduğu halde, örneğin, Haydarpaşa’daki "şaibeli" çatı yangınıyla ilgilendiğini düşünen var mı? Sanmıyoruz. Kendi küçük dertleriyle hayatın ipini bir biçimde bir yola çıkarmaya çalışıyor insanlar. Mesele de bu. O nedenle solcular, devrimciler, halkların önce siyasallaştırılmasını isterler yani halkın sorunlar karşısında sorumlu ve kendini özne sayan bir tavır almaya "itilmesi" gerektiğini savunurlar. Siyasallaşmamış halkları devrimcileştirmek mümkün olmaz.

Bu, bizim son 30 yılımızın da özetidir. Halk siyasetten son derece uzaktır ve o nedenle gönül rahatlığıyla AkP’ye, artık AsP’yi ve yargı partisini de yerle bir ettiğini görerek, destek verebiliyor. Halkın korkutulması şartsa eğer egemen sınıfların iktidarı için, o halka, yaşadığı bu korkularının boş olduğunu anlatmak da şarttır. Korkunun ötesine geçtiğini kanıtlamış bir halkın, Kürt halkının yaşadığı topraklarda, bu iş çok da zor olmasa gerek.

Mesele hep odur: Halk kendi başına, günlük gailelerinden başını kaldırıp sorunların kaynağını ve sorumluların kimler olduğunu keşfedecek durumda değil. Halkın ilgi alanı içinde kalanlar sayesinde, mevcut hükümet daha yüzyıllarca iktidarda kalabilir. Bu iktidara itirazı olanların, halkın olağan haline itiraz etmesi ve onu sorumluluklarına sahip çıkmaya zorlaması gerekiyor.

Şimdi biraz da o oluyor. Halkın oğulları, kızları yerlerde tekmeleniyor, kan içinde bırakılıyor, ortada bir şeyler dönüyor ve yeni zenginlerin zenginliğiyle beraber halkın yaşadığı yoksulluk da artıyor. Halkın bu denkleme katılması gerekiyor. Halkın bu denkleme zorla katılması gerekiyor.

Aydın, işte bunun için var. Her türlü rezilliği kabul edebilecek bir halk ahlakının, gündemin dışına itilmesi için tabloyu sarsmak şart. Bunu da genç insanlar üniversitelerde, şimdi azınlıkta bile olsalar, yapıyorlar.

Yaptıkça da Kılıçdaroğlu’ların, her ağzını açtığında 1950’lerin muhalefetinden daha ileri bir zekaya/ahlaka sahip olmadığını ilan eden, devrimci gençleri faşistlikle suçlayabilen -yeni Kemal Derviş- Süheyl Batum’ların gerçek yüzünü görüyorlar. Bütün maskeleri düşürüyorlar. Süheyl Batum ve türü, direnen aydında sadece zorba bir azınlık gördüğünü itiraf etmek zorunda kalıyor. Yani sadece iktidardaki parti değil demek ki bu düzenin sahibi, muhalefettekiler de, hele hele sosyal demokrat geçinenler, bu işte çok fazla paya sahip.

Neyse... Kuzu’yu galiba bizim Küçük Amfi’de "yumurtaladılar". Demek Mülkiye’de böyle oluyor bu işler artık. Ama asıl açığa çıkan, Kuzu değil, Batum ve şürekası oldu. Ne mal oldukları, açıkları, ilk basınçlı tatbikatta ("stres testi") kabak gibi açığa çıktı. Maskeleri düşüverdi. "Halk değil, bunu onun çocukları yapar" dedik. Yapıyorlar.

Mülkiye’deki genç arkadaşlar, Mikro veya Makro Ekonomi ya da Hukukun Temel Kavramları’ndan geçer not alamamış bile olsalar, birer aydın olduklarını kanıtladılar ve Türkiye’ye bir aydın olma dersi verdiler. İstanbul’daki arkadaşlarıyla birlikte.

Devrimci, halkı sarsan ve değiştiren inadın adıdır. Güzel bir çocuktur. Çocuklar...

Bizim çocuklar...