Arslan Gümüşler ve Fatsa: Bir Değer Yasası

Devrim tarihimizin unutulmaz isimlerinden Dr. Hikmet Kıvılcımlı çok yinelermiş. Öyle derler. Ona her zaman yakın kalmış Vedat Türkali de galiba başyapıtı "Bir Gün Tek Başına"da buna bir değinmişti: Devrimci olunuyor da, genelde, devrimci ölünmüyor. Oysa, önemli olan ikincisi. Eksikliği duyulan da o.
Açıkça söyleyelim: Son 40 yılımıza sığan yoğunlaştırılmış devrim tarihimiz, genç yaşta devrimci olanların ilerleyen yaşlarında devrimci kalamamalarının da tarihidir.
Genelleme acımasız mı?
Ama böyle.
Eski sol ve tarihi tam da böyle.
Somutun zenginliği kapsamında düşünebiliriz ve doğrusu bunda üzülecek, kahrolacak bir şey yok. İnsanın ve devrim mücadelesinin bir özelliği bu. Herkes inadını derinleştirip kalıcılaştıramıyor. Dolayısıyla, taşıyamıyor. Türkiye devrim tarihi, bu açıdan, aşağı yukarı her ülkedeki kaderi kendince yeniden üreten bir tarihtir. İnsanlar devrimci ölmeyi başaramıyorlar.
Mesele aslında şudur: İnsan, entelektüel doğumundan ölümüne kadar baştan ayağa sorumluluksa eğer, daha doğrusu, insan böyle bir sorumlulukla tanımlanmalıysa eğer, bu kesintinin, yani devrim ve devrimcilikten yüz çevirmenin de kolaylaştırıcı "dışsal" nedenleri olmalıdır. Biz, "içeride" kalalım: Çok yüzlü insanın bir yüzüyle de dönek olduğunu ve her insanda kendine bile ihanet etmeye hazır bir gen bulunduğunu söyleyebiliriz.
İşte devrimcilerin, insanı tanrısallaştıran bir renk olduğunu tam da bu gerilek karakter özellikleri nedeniyle ileri sürebiliriz. İnsan bir eğilim olarak teslim bayrağı çekmeye hazır, uşaklığa her daim teşne bir yaratıksa eğer, direnenleri ne yapacağız? Onları "imalat hatası" mı sayacağız? Peki, tersi doğru olamaz mı? Yani, uşakları "imalat hatası" sayma hakkımız hiç mi yok?
Bunlar, yanıtı zor sorulardır.
Ama kimse kusura bakmasın: Biz, Türkiye'deki devrimci hareketi, şu anda medyaya şu veya bu şekilde yayılmış eski solculara bakarak tanımlayamayız. Daha az sayıda da olsalar, teslim olmayanlara bakarak tanımlarız. Eski solcular, sonuçta bugün de solcu sayılabilirler, ama eski yolcudurlar. Eskidirler. Yenilikleri yoktur. En eskileri ve hainleri ise, yenilik, radikallik, demokrasicilikte şampiyonluğu kimselere bırakmayan uşaklardır.
İşte Arslan Gümüş, öyküsü okununca bu toprakların direnme gücüne inancımızı arttıran Fatsalı bir devrimci, Türkiye sosyalizm tarihinin en önemli bir deneyiminin birinci dereceden tanığı ve taşıyıcısıdır. Gümüş, genç bir adamken bu sevimli Karadeniz kasabasında yarattıklarını ve o çabanın sonuçlarını işliyor: 12 Eylül darbesinden sonra neler yaşadığını, faşist karanlığa 9 yıla yakın bir süre bir mağarada nasıl direndiğini "Uçurumda Saklı Sevdam" kitabında anlatıyor.
Bir sanatsal başarıyla karşı karşıya değiliz. Hatta ilk bakışta kitabın adı bile irkiltici bir klişedir. Ancak kısa bir süre önce Penta Yayıncılık tarafından basılan bu 432 sayfalık gerçekten mütevazı "anlatı", sadece devrim tarihimize değil, Türkiye insanının tarihine de yepyeni kapılar açabilecek bir gizilgüç içeriyor. Neden?
Devrimciliğin bedelini, Fatsa'daki mucizeyi yaratan gençlerden biri olarak, bu kadar uzun bir süre bir mağarada ve hep ölümle yüz yüze yaşayarak ödeme inadı, başka nasıl bir güç diye tanımlanabilir?
Bu iddiasız, ama son derece içten, bizden bir öykü, "edebiyat paralamayı" iyi bilen malum şahısların roman ve öykülerinden çok daha zenginleştirici bir metindir. Çünkü bizi, sessiz sedasız, insanın neden tükenmediği sorusunun önüne bırakıp tevazuyla geri çekilmektedir.
Fatsa inadını bugüne taşıyan bir başka önemli isim, Pertev Aksakal, kitaba yazdığı girişte, Arslan Gümüş'ün Fatsa'daki "bütün bu direnişlerin başından sonuna kadar tam ortasında yer aldığına" dikkat çekiyor. Sadece teslim olmayı reddeden gencecik Arslan'ın değil, onu koruyan ve teslim etmeyen ailesinin de kimliğinde, "cuntaya karşı devleşen bütün onurlu ailelerin öyküsüdür" anlatılan.
Öyle gerçekten de.
Edebi bir renk verilmeye çalışılmış, başarılamamış, ama bütün saflığıyla genç devrim kuşaklarını okumaya davet eden bu yararlı kitap, halk komiteleri, doğrudan demokrasi, halkın belediyede söz ve karar sahibi olması gibi konuları, her şeyi mücadelenin en sıcak ortamlarında yaşamış Arslan'ın gözüyle anlattığı için, "başarılı" 12 Eylül roman veya öykülerinin, hatta filmlerinin hepsinden daha anlamlı ve zenginleştiricidir: Yenilmiş, ancak teslim olmayı kabullenmemiş bir Türkiyeli devrimciyi, olduğu gibi, bütün arılığı ve çıplaklığıyla veriyor.
Açık söyleyelim: Oya Baydar'lardan Adalet Ağaoğlu'lara, Osman Akınhay ve Metin Celal'lerden Ayşegül Devecioğlu'lara kadar neredeyse tüm yerleşik "edebiyat âlemi" tarafından topluma zerkedilmiş bir zehiri, ancak böyle saf ve edebiyatın çürütücü gücünden uzak metinlerle "deaktive" edebiliriz.
Bu noktada "sanatın gereksizliği"nden, hatta sanatın zehirleyici bir girdi olduğundan söz etmek durumundayız.
Terzi Fikri gibi Ayşe Makar ve arkadaşlarını da genç insanlarımızın daha yakından tanıması gerekiyor. Arslan Gümüş, belki farkında olmadan, yer yer metin oyunlarının tuzağına da düşse, Fatsa insanlarını, o devrimci çıkışı ve kendi kişiliğinde de yenilgiyi yaşama hallerini, fakat sonuçta nasıl korunduğunu anlatıyor. Böylece inanılmaz saflıkta, çocukça bir içtenlikle, o devrimci deneyim hikaye ediliyor. Genç kuşak sinemacılarımız için büyük bir fırsat, bir kaynak var orta yerde.
"Uçurumda Saklı Sevdam", sevginin ölümü nasıl yendiğine somut bir tanıklıktır. Peki, Fatsa Halkevi Başkanı Arslan Gümüş'ün, yıllarca inanılmaz koşullarda kaçak yaşayarak cuntanın eline düşmemesi, acaba istisnai bir başarı mıdır? Pek değil.
Eylül işkenceleri ve zindanları, sanıldığı kadar başarılı olamadı. Ne kadar tersi telkin edilmeye çalışılırsa çalışılsın, devrimciler, bir eğilim olarak, çözülmediler. Elbette faşist darbenin baskısıyla çözülenler oldu ancak onlar, direnenlerin varlığı yüzünden istisna kaldılar. Direnenler ağırlıktaydı. Onlar işkencelerde ser verip sır vermediler. Tutsak edildiler gerçi, ama teslim olmadılar. Bugün içinde devrim ateşi sönmemiş olanlar anlatıyor işte ve biz de yeni ayrıntıları öğreniyoruz. Fakat halk, desteğini çekmişti. Belki bu kaderi Kürt devrimcileri, başka nedenlerle, yaşamadılar. Kürt halkı çocuklarına sahip çıktı. Aynı şeyi Türkiye'nin batısı ve merkezi için söylemek zor. Ama halktaki yılgınlığı, devrimcilerin inadı ve ailelerin çocuklarına sahip çıkmaktaki kararlılığı biraz olsun kırmadı mı? Öyledir.
Fatsa, istisnai bir devrimci yükselişe sahne olmuştu, istisnai şiddette bir baskıyı da yaşadı. Katledilenlerin sayısı kabarıktır. Bu acımasız baskı, sonuçta halkı tehlikesizleştirmeyi başarsa bile, o deneyimin bilgisinin devrimciler eliyle sonraki kuşaklara taşınmasına engel olamadı. İşte bugün orta yaşlarını süren o dönemin gencecik devrimcileri, değerlendirmeleri eşliğinde tüm yaşadıklarını ortaya döküyorlar. Analitik bir süzgeçten geçirilmesi halinde, bu tür yaşam öykülerinin, tasfiye sürecindeki Türkiye'den umut kesmeyi zorlaştıracağını söylemek herhalde gereksizdir.
Türkiye'yi kurtarmak ve yeniden kurmak, bu deneyimler sayesinde mümkün olacak. 1979'daki Fatsa olmasaydı, diyelim, 2009'daki Diyarbakır, Batman, Van olabilir miydi? Ya Kızıldere olmasaydı?.. Gerçi Marx'ın Hegel'den mülhem o müthiş aforizmasını hatırlamıyor da değiliz: Hani, tarihte bazı olayların iki kez ortaya çıktığında birincisinin trajedi ikincisinin maskaralık olarak biteceği yolundaki o vurgu. Fatsa bir trajedi olarak bitti, soldan hızla uzaklaşan Diyarbakır "deneyimi" ise yakın bir gelecekte bedelini hepimizin ödeyeceği çok kanlı bir maskaralık olarak sona erecek gibi görünüyor. Neyse... Buna ileride yine döneceğiz.
Arslan Gümüş'ü, bu gerçekten değerli kitabında, edebiyat tuzağına çok fazla şey de kaptırmamış sayalım. Biraz da okurdan destek alarak, yeni ayrıntılarla buluşmamızı kolaylaştırıyor. Halk komitelerinin yetersizlikleri, devrimci bir merkezi iradenin yokluğu ve bunlarla bağlantılı olarak devrimci fedakarlığın insani sınırları zorlayan ölçülerde hayatımıza girmesi, hep iç içe gelişmiştir. İnsanlar, bu somut sürecin elinde esir kalmışlardı. Ama o somut süreci hiç değilse bir dönem esir almayı da başarmışlardı.
Fatsa, bizim için artık bugün, Komün'den çok daha önemlidir.
Bitirilen Türkiye'nin devrimcileri, kurtuluş ve yeniden kuruluş için Arslan Gümüş'lerin direnişini yakından incelemek zorundadır. O direnişin içtenliği sayesinde, Türk edebiyatı denilen haysiyetsiz bataklığın karşıdevrimci kirini etkisizleştirmek mümkün olabilir. Edebiyat, hele hele Türk edebiyatı, üzerinde bir devrimci şiddet hissetmediği için, inanılmaz ölçülerde semirmiş, genç insan yiyen bir canavardır artık. Devrimi ve devrimciliği Türk edebiyatına sığdırmak, onunla anlamaya çalışmak, olmayacak duaya amin demek gibi bir şeydir. Zaten yaşanan ve yaşanmış mücadeleleri bu edebiyata sığdırmaya başladığınızda, bütün yerleşikliği paramparça etmeye de başlamış olacaksınızdır. Zor.
O zaman, o ilk saflığa dönmekte ve edebiyat oyunlarına hiç değilse bir süre soğuk durmakta yarar var. İçten, saf, oyunbazlıktan ve şike yaltaklanmalardan uzak, sadece doğru ve duru metinlerle, geçmişi ve o geçmişteki insanlarımız hakkında bugün yeniden düşünmeye mecburuz. Çünkü...
Çünkü Türk edebiyatı, artık devrimci olan her şeyin, her çıkışın, her direnişin belini kırmaya yeminli bir karşıdevrimci zorbadır. Kuşkusuz liberaldir ve tam da bu nedenle bir faşizan şiddet deposudur. Bu iş böyle...
Arslan Gümüş, "Uçurumda Saklı Sevdam" ile sıradan bir kitabın çok ötesine işaret ediyor. Geçiştirmek hata olacaktır. Birçok açıdan değerlendirilmeyi, tartışılmayı bekliyor. Sadece devrim stratejilerini değil, insan ilişkilerimizi, daha da doğrusu sevginin gücünü biraz çaba göstererek bu iyi yürekli devrimcinin yazdıklarından hareketle yeniden görmek mümkün. Geliştirmek mümkün.
Nâzım Hikmet Akademisi'nin, ete kemiğe büründüğünü duyduğumuz şu günlerde, herhalde önemli ders ve araştırma konularından birisi, Fatsa deneyimi olacaktır. Biz Fatsa'ya başarısızlık diye bakmayız. Moncada baskını gibi bakarız. Gelecek olanın habercisi diye bakarız. Devrimci Türkiye'nin kapısını aralayan çok önemli bir toplumsal deneyim olarak görüp değerlendiririz. Onu yaratanlara, ağır bedeller ödeyenlere şükran borçluyuz. Bu şükranımızı ise ancak irdeleyerek, tartışarak ve o deneyi bu yöntemle daha ilerilere taşıyarak ödeyebiliriz.
Fatsa tüm işlenmemişliğiyle önümüzde duruyor.
Bilgiye dönüştürmek çok önemli.
Bunu üniversite ortamına taşıması gerekenler, bizim arkadaşlarımızdır.
Arslan Gümüş türünden insanları izlemeye almak, onların yaşam öykülerini ekranlara veya beyaz perdeye dökmek de, galiba, Çağrı Kınıkoğlu ve Yeni Sinema'daki çalışkan arkadaşlarına düşüyor. Devrim kavgasındaki herkesi kamera ve mikrofon karşısında görmek zorundayız. Söyleyecekleri çok şey var.
Arslan Gümüş'ün bu yürekli ve hepimizi gönendiren küçük kitabı, eksikleri ne olursa olsun, Türkiye'nin ve devrimci insanlığın büyük macerasına bir katkıdır. Bu katkı ve benzerlerini sadece sanat pratiklerine müdahale açısından değerlendirmekle yetinemeyiz. Bunları akademik dünyamızda da tüm ayrıntılarıyla işlememiz gerekiyor.
Bir olanak var orta yerde.
Bir yumak.
Karışık, tamam, ama çözebiliriz.
Yeni solumuz, biraz da bunun için sol, biraz da bunun için yeni: Diğerlerinin ve öncekilerin yapamadığı işlerin altından kalkabilecek bir entelektüel donanımdan söz ediyoruz. Bir devrim iradesinden.
Bitirelim artık: Girerken değindiğimiz Dr. Hikmet'in vurgusunu adeta yaşamıyla kanıtlayan ve rezil bir ölümle bu dünyadan çekip giden Cengiz Aytmatov'un ilerici yıllarında kaleme aldığı en güzel öykülerinden biridir Öğretmen Duyuşen. Biz kendi Duyuşenlerimizi halkın önüne çıkartmak zorunda değil miyiz?
Arslan Gümüş, kitabıyla, böyle bir değer yasasının da varlığını hatırlatmış oluyor.