13 Eylül savaşına dört nala

Anladık, bu 30’uncu 12 Eylül, halkoylaması denilen komedi sayesinde, yerleşik sistemin altüst oluşunu hızlandıracak. Tüccar imamlar ağırlıklı koalisyon (AkParti-AsParti) iktidarı da anladı zaten. Birbirleriyle uğraşmaları bundan. İkinci ve çok daha büyük bir kırılma noktasının eşiğindeyiz. “Evet” veya “Hayır”ın, birbirine yakın büyüklükte iki küme halinde cepheleşeceği anlaşılıyor. Böyle olduğu için, hesaplaşmalar da acımasız renkler alacak. Sokakların ısınmaması mucize olur. Isınan sokakların ısırmaması da mucize olur. Göreceğiz.

Aslında şöyle söylemek mümkün: Kürt çıkışının şu son "demokratik özerklik" ısrar ve ilanı, 30’uncu yıla bir armağandır. 12 Eylül 1980'de, İslamcılık ve Kürtçülük hedef gösterilerek, ama sosyalizmi ezmek için sahnelenmiş faşist bir darbe, 30'uncu yılında da, siyaset sahnesini İslamcılarla Kürtçülerin insafına (veya cilveleşmesine) bırakmıştır. Dinciler Kürtçülerin restini ve Kürtçüler de dincilerin restini görüyor. Bu arada eli gerçekten kanlı Türkçülük de yangına körükle gidiyor. Bütün bunlar, Türkiye'nin çoktan bittiğine işaret kabul edilebilir.

"Haliç’te Yaşayan Simonlar” ve Hanefi Avcı’nın meydan okuması da herhalde bu biten oyunla bağlantılıdır. Söyledikleri şudur: Devlet dağılıyor. İyi de, devletin sahipleri bile böyle söylüyorsa, iş bizim gözlemlerimizden çok daha vahim boyutlarda demektir. Yolun sonuna gelindiğine inanmasalar, her türden komplonun nerede patlayacağı belli olmayan saatli bombalar halinde gizlendiği “Pandora’nın Kutusu”nu açmaya cüret edemezlerdi. Oyun bitti ve kanlı bir zamanın üzerimize akmaya başladığını, bu zamanın egemenleri de gördüler. Nasıl görmesinler?

Bir şey ortada: Türkiye siyaset sınıfı ile, Barzanistan’ın eline teslim edilmek için büyük çaba harcanan Anadolu Kürt çıkışının son dönem kadroları arasında pek bir fark yok. Elinden hiçbir şey gelmiyor. Ama devrim tarihinden biliyoruz ki, böyle belirsizlikler, devrimci durumların da tipik özelliğidir. Türkiye, son 40 yılını adeta "sürekli devrimci durum" ile geçirmiş bir ülke. Demek, yolun sonuna geldi. Yol bitince çözüm öneren çok olurmuş... Özerklik de diyorlar...

Kapitalist Türkiye, hiçbir köşesinde özerklik falan kaldıramaz. Devletin yıkım halinde olduğu, ülkenin bu gidişle hiç de uzak olmayan bir vadede küçük etnik-dinci mafya devletçikleri halinde paralize olacağı kesindir. Emperyalist senaryo bunu öngörüyor. Söylemiyorlar, ama biliyorlar. Biliyorlar ve yapıyorlar. Avrupa, üstelik ABD’den de önce, böyle bir çözümü benimsemek zorunda kalmıştır. ABD, Balkanlar'da da nal toplamamış mıydı Hırvatistan ve Slovenya'yı tanıyan Almanya karşısında? AB ve Avrupa Almanyası, bu büyüklükteki bir Türkiye’yi hazmedemeyeceğini çok yineledi. İyi bir Türkiye, küçük bir Türkiye'dir. Başka bir deyişle, en iyi Türkiye, küçültülen ve Türkiye olmaktan çıkan bir Türkiye'dir.

Bunun zamanı, emperyalist odaklar için, çoktandır gelmiş ve geçmişti. Yani oyun bitmiştir ve herkes eteğindeki taşlarla evine dönme hesabı yapıyor. Ancak, birilerinin döneceği ev, Türkiye değil. Bazıları, döndükleri evin zaten Türkiye’de –veya Türkiye- olmasını istemiyor. Sosyalistler hariç, bu ülkenin bütünlüğünü, emekçi halklarımızın beraberliğini, onların iç içe yaşamasını isteyen kimse kalmadı. Ama, bu ülkeyi ayakta tutan şeyin derin sosyalist damarı olduğunu da biliyoruz. "Halkoylaması", egemenlerin unuttuğu bu gerçeği bir kez daha ortaya çıkaracak. Ne demek istediğimizi o zaman tartışırız.

Bir şeyi açıkça söyleyelim: Çözümmüş gibi ısıtılıp duran bir cehalet projesinin öngördüğü şu özerk bölgelerin, ortaya çıkar çıkmaz birbirlerinin boğazına sarılacağı kesindir.

Neden mi?

Çok nedeni var da, bunlardan biri için, yine bu gazetede arkadaşlarımızın tartışmaya açtığı "özerk bölgeler arası muhtemel gelir transferi" noktasından hareketle akıl yürütebiliriz: Bir büyük çürüme içinde, her insanın (halkın) bir başka insanın (halkın) kurdu olduğu bu kapitalist âlemde, diyelim bugünkü sınırları içinde Türkiye'de, yakın zamanda, Barzanistan’dan Diyarbakır’a bir gelir transferi olacağı kesin. Sadece bu transfer bile, ki şimdiden var bunlar, Türkiye projesinin iflasını hızlandıran bir enerji kaynağıdır. Tamam. Ama biz, her zehirin aynı zamanda panzehir olduğunu da biliyoruz: Yıkıcı bir enerji kaynağıdır madem, o zaman, tersi akım da yıkıcı bir enerji kaynağı olacaktır. Daha açığı: Ya bir gün Diyarbakır’dan Barzanistan’a bir gelir transferi gerçekleşirse? “Kürdî” bir transferden söz ediyoruz. Barzanistan Türkiye'yi yıkayım derken, sakın Türkiye Barzanistan'ı yıkmaya başlamasın? Sosyalist çözümümüzün böyle veçheleri de olacaktır tamam. Anladık. İleride döneriz.

Şu andaki durum, Doğu Avrupa’daki rejimlerin, Yugoslavya, hatta Irak’ın çözülmesiyle benzerlikler içeriyor. Bekleyerek ancak yıkımı hızlandırmışlardı. Emperyalist başkentler, Türkiye için bu sürenin daha da kısa olacağını düşünüyor olmalı. Öyle anlaşılıyor.

Türkiye, emekçi Türk ve Kürt halkıyla ancak ileriye doğru bir huruç harekatı gerçekleştirirse, kendisine biçilen kaderi parçalayabilir. Bu çıkış ise ancak sosyalizm çerçevesinde gerçekleşebilir.

Dincilik, Türkçülük, Kürtçülük ve bu üç bataklığı besleyen liberalizm, Türkiye'nin bitişi demektir. Şu sıralarda herkesin bu bitişi itiraf yarışına çıktığını görüyoruz.

Oysa, egemenlerin değil, sadece Türkiye devrimcilerinin bu yıkıma engel olma konusunda söylecekleri var.

Geldik 13 Eylül'e... Hadi bakalım...