Peygamber Erdoğan

Pazar günü İstanbul Maltepe'de düzenlenen AKP mitingi, ilginç bir temsile sahne oldu. soL'daki haberden aktaralım: “Erdoğan'ın Maltepe'deki mitinginde bayıldığı iddia edilen kadın sedye ile Erdoğan'ın konuştuğu yere getirildi. Kadın, Erdoğan'ı görünce birden ayıldı ardından Erdoğan'ın elini sıktı. 'Ayılan kadın' kürsünün önünden götürülürken Erdoğan 'ben hapis yattım' diyerek konuşmasına devam etti.”

Mitingde bayılan bir kadını, kitlenin dışına, varsa ambulansa doğru götürmek yerine sahnenin önüne götüren kişinin ya zekasından şüphe etmeli ya da bunu başka bir hesapla yaptığını varsaymalıyız. Belli ki, doğru olan ikincisi. Bir temsil kurgulanmış, hazırlanmış, sunulmuş.

Peki “bayılanı ayıltan varlık olarak Erdoğan” temsili, basitçe, halkın çok sevdiği politikacı imgesi yaratmak için mi planlanmıştır?

Bana hiç öyle gelmiyor...

AKP kurmayları, basbayağı, Erdoğan'ın bir peygamber, bir mesih olduğu fikrini yerleştirmek için, sistematik bir algı yönetimi yapıyor. Ve kullanılan sistematik, açıkça kadim dini anlatıları, özellikle de Reform sonrası mezhep savaşları içinde giderek politikleşmiş olan Katolikliği andırıyor.

İnsanları iyileştirmek, -hele ki ölüp yeniden dirilme özelliğine sahip birisi olarak- İsa'nın kolaylıkla icra edebildiği ve sık anlatılan bir yetisi. Hastayı iyileştirmek için İsa'nın dokunması yeterlidir (2014 Türkiyesi'ndeki İslami versiyonumuzda Erdoğan'ın bayılmış kadına dokunması günah sayılacağından “bir bakışı”nın yetmesine karar verilmiş olabilir, kim bilir). Ama bu mucizenin ideolojik etkisini, örneğin yukarıdaki resimde odaktaki kadın değil, ikinci kadın temsil eder: Dizleri üzerine çökmüş, bu yüce güç karşısında çaresizce boyun eğen ama aynı zamanda aşkla tapınan kadın. Arzulanan efekt iyileştirme değil, tapındırmadır.

Tek bir örnek değil, mesele... soL'daki haberde, çok önemli bir ayrıntı atlanmamış. Ayılan kadın sahnenin önünden götürülürken, Erdoğan konuşmasına, “ben hapis yattım” diyerek devam ediyor.

Bu bir temsilse, temsilin gerçekleşme zamanının da önceden planlandığını varsayabiliriz. Öyle değilse bile manidardır.

AKP'nin yarattığı mağduriyet söylemi, Katolikliğin “Çile” ve “Beş Yara” dogmalarıyla İsa'nın bedeninde cisimleştirdiği peygamberlik anlatısıyla büyük benzerlik gösteriyor.

Önce, şunu hatırlayalım. Katolikliğin bu ve benzer söylemleri, tarih içinde, “kendiliğinden” ortaya çıkmış tercihler değildir. Kendiliğinden olmamaları, yalnızca nesnelliğin ürünü olmalarından kaynaklanmaz. Katoliklik tarihi boyunca dini söylemlerde nelerin öne çıkarılacağı, nasıl işleneceği gibi konuları, basbayağı siyasi tartışmalarda karara bağladı.

Mesih olarak İsa'nın “insanlığın kurtuluşu” düşüncesinin merkezine oturtulup, dünyevi hayatının her aşamasına ama özellikle “Çile”sine temel birer kült boyutu kazandırılması, 1545-63 yılları arasında Trent Konseyi'nde karar altına alındı.

Bir sürecin sonunda oldu bu elbette. Önceki binyılda İsa'yla ilişkilerini büyük oranda ruhani düzlemde kuran Hıristiyanlar, geç Ortaçağ'la birlikte onun kanlı canlı yaşayan bir tanrı-insan olarak bu dünyadaki hayatıyla ilgilenmeye başladı. İsa yalnızca bir fikir değil, bir bedendi de... İsa'nın bu dünyadan gelip geçtiğine dair en bilindik kanıtlardan olan, bizim hemen her camide bulunan sakal-ı şerif benzeri vera icona, yani İsa'nın yüzünü sildiği sırada vesikalığını çektirmişçesine suretinin beliriverdiği mendil, 13'üncü yüzyıldan itibaren her kentte pıtrak gibi bitmeye başladı. Trent Konseyi'nden itibaren, matbaacılığın da gelişmesiyle, İsa'nın işkence görmüş, aşağılanmış bedenini gözler önüne seren tasvirler tüm evlere girmeye başladı. Dini anlatıda, “Çile” kültü inatla merkeze oturtuldu. İsa'ya yapılan atıflarda “sövülen Mesih”, “direğe bağlanmış Mesih”, “kırbaçlanan Mesih”, “ıstırapların insanı” sıfatları sürekli tekrar ediliyordu.

Katolik dünya ve bunun siyasi merkezi olarak Vatikan giderek dünyanın zalim efendileri haline dönüşürken, mağduriyet söylemi temel ideolojik propaganda aracı haline getirildi.

İsa'nın vücudundaki “Beş Yara”dan böğründeki ayrıca yüceltiliyordu. Mesih'in sağ böğrünü delen mızrağın, simgesel bir anlamı vardı. Hedef alınan, yürekti (mızrak sağdan girmiş, yüreğe saplanmıştı). Dolayısıyla, İsa'nın bedeni değil, ruhu, düşünceleri, yarattığı değerler sistemiydi.

İsa'nın düşüncelerinin hedef alındığı ve tarihin en büyük çilesini çeken en büyük mağduru olduğu fikri öyle abartılı bir biçimde aşılanmaya çalışıldı ki, Caravaggio, Aziz Tomas'ın şüphesini tasvir ederken, İsa'yı, Tomas'ı bileğinden kavrayıp parmağını zorla yarasına sokarken resmetti. “Yarama/mağduriyetime inanmıyor musun? Gel, sok parmaklarını da gör bakalım!”

Erdoğan'ın sürekli olarak “hapisliğine” yaptığı atıf da aynı ideolojik işleve sahip. 12 yıldır bitip tükenmeksizin hapis yıllarına dönülmesi, “bir şiir okuduğu için hapis yattığı” sürekli hatırlatılarak mağduriyetin “düşüncelerden” kaynaklandığının altının çizilmesi... Ve tabii bu arada, “Başbakan'a dokunmak bile bence ibadettir” diyen ve Erdoğan'ı açıkça peygamber ilan eden AKP yöneticilerinin türemesi... 12 Eylül'ün ürünü olarak, mağdur ne kelime, zalimin çocuğu olan İslamcı hareket, bu anlatıyı sürekli tekrarladı.

Tüm bunların bir işlevi var. Katolik dünyanın kapitalizme geçiş çağında giderek güçlenirken halkın yoksulluk içinde inliyor oluşundan doğan çelişkinin üstünün örtülmesinde, Tanrı-İnsan'ın da “halktan geldiği”, aynı sıkıntıları yaşamış olduğu fikri rağbet gördü. 14. Louis'nin sefahat döneminde, 1661'de erzak sıkıntısı yüzünden sokaklara dökülen halk, Mesih'in her yanından kanlar sızan resmini gördüğünde ona dönüp merhamet dilemekten başka şey yapmamıştı.

Sefahatin sona ermesi için, bir asır daha geçmesi gerekti. Ne zaman ki Aydınlanma'yla birlikte siyaset alanında bu dini anlatı deşifre ve mahkum edildi, yoksullar, baldırıçıplaklar Mesih'in resmine yönelip merhamet dilemek yerine, Mesih'in temsil ettiği değerler düzeninin hükümdarı olan Kral'ın sarayına yürümeyi seçti.

Cumhurbaşkanlığı seçimine, bir de bu yönden bakmak gerekir. Mitinglerinde siyaset alanına pek girmeyen Erdoğan, kendisinde cisimleşen bir yarı dini yarı siyasi söylem üzerinden yürütüyor kampanyasını... Rakibi Ekmeleddin İhsanoğlu'na yönelik saldırıları da bu düzlemde: “Onu kim tanır ki? Halktan kopuk, burada bile doğmamış...” Ve hatta Kılıçdaroğlu'na yönelik saldırıları da: “Sen Alevisin.”

Manidar olan, hem İhsanoğlu hem de Kılıçdaroğlu'nun, Erdoğan'a aynı düzlemde yanıt üretmeye çalışıyor olmaları. Bu seçimler, Türkiye'nin son yıllarda gördüğü en apolitik, siyaset dışı seçim dönemine sahne oluyor.

Adayların hiçbiri, AKP'nin ortaya koyduğu ve herkesi davet ettiği zemini terk etmeyi tartışmıyor.

Oysa ne başka "kurtuluş" var, ne de "Kurtarıcı"...