"Kemalist mitoloji" cumhuriyeti savunamaz

DÜNYA SOLA DÖNÜYOR – KÜBA ve LATİN AMERİKA yazıları

Geçtiğimiz hafta bir tartışma yaşandı. Che Guevara öldüğünde çantasından Nutuk kitabının çıkıp çıkmadığı konusuyla başladı tartışma. Guevara’nın çantasından Nutuk çıkmamıştı. Bunu yazdık.

Ardından, yazının sahibi Sinan Meydan’dan bir yazı daha geldi. Bu defa, Meydan’ın hem kullandığı olguların, hem de yöntemin yanlışlığını göstererek, yaptığının “söylenti tarihçiliği” olduğunu savunan bir yanıt yazdım.

Tartışma, bir yönüyle kapandı. Zaten, birçok başka unsurun yanında, Meydan’ın José Carlos Mariátegui’nin makalesini okumadığını, bu makalede söylediği şeylerin olmadığını, makalenin İspanyolca orijinalinin bağlantısını vererek yazdığım yazıya yanıtında, beni “Mariátegui’yi okumamakla” suçlayan bir kişiyle nasıl tartışılabileceğini kestiremiyorum. Anlamıyorum nasıl olabildiğini bunca tahrifatın, ne diyeyim... “Mariategui sadece Marksist bir yazar değildir, aynı zamanda antiemperyalist bir yazardır” gibi bir cümle kuran bir kişiyle teorik tartışma nasıl yürütülür, bilemiyorum…

Ancak tartışmaya daha geniş bir açıdan bakarak birtakım tespitlerde bulunmak gerekiyor. Ve, en başta, şunu belirtmek gerekiyor: Tartışma boyunca Sinan Meydan, beni ve gıyabımda yargıladığını düşündüğü cenahı, söylemediğimi(zi) söyleterek eleştirdi.

Öncelikle, esinlenme meselesi... Daha önce de kısaca yazdım, çok bilinen bir gerçek olduğu için yine çok açmaya gerek duymuyorum: Kübalı ve diğer Latin Amerikalı devrimcilerin düşünsel esin kaynakları arasında -Marksizmin ustaları dışında- üç isim öne çıkar. Latin Amerika’nın birliği fikriyle Simon Bolivar, ABD, yani emperyalizm karşıtı mücadelenin gerekliliği fikriyle José Martí ve kıtayı Marksizmle kavrayışı ve çözüm yolu olarak sosyalizmi işaret etmesiyle José Carlos Mariátegui. Zaten başta Fidel, Latin devrimcileri bunu defalarca yazmışlardır.

Hem kıtanın önemli mücadele geleneği, hem de kıtadan çıkan düşünsel öncülere gerekli değerin verilmesi, Latin Amerika solunun kendi topraklarına yabancı kalma tuzağına hemen hiç düşmemesini sağladı.

Ancak, bu “esinlenme” konusunda bir tuhaflığın üzerine gitmek gerekiyor. İlkine, daha önceki yazımda değinmiştim. Ciltlerce kitap yazan insanların düşünsel esin kaynaklarını bulmak için, birtakım “gizli ayrıntılara” bakmak yanlış. Bu devrimciler zaten kimlerden etkilendiklerini sayısız makalede yazmış kişiler.

İkincisi, “kendi ülkesinden” olmayan bir kişiden düşünsel olarak esinlenmenin normal olduğunun kavranması gerekiyor. Kapitalizmin gelişimi ve günümüzde emperyalist düzen, insanlığın farklı ülkelerde aynı kökenden kaynaklanan sorunları yaşamasını getirdi. Farklı ülkelerde verilen mücadeleler, o toprakların özgünlüğü içinde, ama temelinde benzer sorunlara karşı veriliyor. Dolayısıyla, esinlenme normal.

Ancak bir tuhaflık var. Sinan Meydan, bir yandan marksistleri “kökenlerine yabancı” olmakla, “yabancı kahramanlar ithal etmekle” suçluyor, öte yandan Latin devrimcilerinin Mustafa Kemal’den ne kadar çok etkilendiklerini ispatlamaya uğraşıyor. Ortada büyük bir çelişki var: “Yabancı” düşünsel kaynaklardan esinlenmek kötüyse, Che ya da Fidel’in Mustafa Kemal’den etkilenmiş olması da kötü olmalı. Yok eğer değilse, marksistlere yönelik suçlamanın bir temeli yok.

Bu, Meydan’ın yarattığı ironik bir tuhaflık. Aynısını şurada da görebiliriz: Meydan, “kökü dışarıda düşünceler aradıklarını” söylediği Türkiyeli solculara, Mustafa Kemal’in değerini anlamak için “Fidel’e, Che’ye ve başkalarına bakmaları” gerektiğini vaaz ediyor.

İroniyi geçelim. Türkiye’nin ulusal kurtuluş savaşında verdiği mücadelenin, dünya halkları açısından önemi tartışılmaz. Ancak Latin Amerika’da bu etki çok sınırlı. Latin Amerika’nın dünyanın kalanıyla etkileşimi, doğu halklarından farklı. Küba’da Türkiye’deki mücadelenin ve cumhuriyetin kuruluşunun tarihi, örneğin -Küba’yla köklü tarihsel bağları olan- birçok Afrika ülkesinin tarihinden az bilinir. Havana’daki milli kütüphanede de maalesef Türkiye üzerine kaynaklar, diğer ülkelerle karşılaştırıldığında çok sınırlı.

Özetle, Küba’nın devrimci geleneğinde Türkiye etkisi, gözardı edilebilecek kadar kısıtlı. Fidel’in devrim olup bittikten yıllar sonra Türkiye’den bir Nutuk nüshası istemesi, aslında tam da bunu kanıtlıyor.

Tam bu noktada, Meydan bize söylemediğimizi söyletiyor ve marksistleri “Atatürk düşmanı” olmakla, Türkiye’deki mücadelenin dünya halklarına etkisini yok saymakla suçluyor. Bu, elbette, doğru değil.

Hem Türkiye’de hem dünyada devrimciler, Türkiye’deki anti-emperyalist mücadeleye sempatiyle bakmanın ötesinde, verebilecekleri desteği sağladılar. Kemalist tarih yazımı görmezden gelmek istese de, Türkiye’de verilen kurtuluş savaşında komünistler de vardı. Sovyetler Birliği’nin yardımıysa hayatiydi. Sinan Meydan’ın okumamış olmasına rağmen “Okuyun” dediği Mariátegui makalesinde de Yeşil Ordu’dan, komünist partiden söz edilmesi doğal.

Türkiye’de komünistler o zamanlar da ayaklarını bu topraklara basıyorlar, kaderlerini bu topraklarda yaşayan halkların kaderleriyle ortaklaştırıyorlardı, bugün de böyle...

Fakat, ortada bir trajedi var. Trajik olan, o günlerde verilen mücadeleyle kurulan cumhuriyetin, bugünlerde ölüm fermanının hazırlanmakta oluşudur. Trajik olan, kurucu kadrolarının “Hayatta en hakiki mürşit [yol gösteren] ilimdir” dedikleri cumhuriyette, bugün hükümetin Kürt sorununa çözüm olarak bölge halkını İslamcılaştırma gayesiyle bölgeye gönderdiği imamlara “irşat [yol gösterici] ekipleri adını vermesidir. Trajik olan, dini eğitimin önüne geçerek çocuklarını, yani geleceğini eğitme işini laik devletin eğitim bakanlığının tekeline alan cumhuriyette, bugün hükümetin çocukların eğitimini tarikatlara, Kuran kurslarına, fabrikatörlere teslim etmesi, Diyanetin “bazılarını ben eğiteyim” diyerek Tevhid-i Tedrisat’ın ruhuna rahmet okutacak önerilerde bulunabilmesidir.

Ancak trajedinin günahı, yalnızca AKP’nin boynuna asılamaz. Laik devletin yaşatılamamasında, dinin toplumsal alana etkisini yok etmek yerine, üstyapısal önlemlerle biçimsel adımlar atan kemalist kadroların da günahı var. Türkiye Cumhuriyeti, Osmanlı’dan koparken laikliğe sarıldı, ancak yönetici kadrolar baştan itibaren tarikat örgütlenmeleriyle uzlaşmanın, onları bir şekilde devlete bağlamanın yollarını aradılar. Örnekler arttırılabilir: Ekonomiye piyasanın hâkim kılındığı, devletçiliğinin amacının yerli patronlar yaratmak olduğu cumhuriyette, sosyal devletin yaşama şansı yoktu.

Türkiye’de cumhuriyet, özel birtakım unsurların denk gelmesi sonucu ilerici bir proje olarak ortaya kondu. Ne var ki, kapitalizme teslim edilen, bu yüzden hızla emperyalizme bağımlı hale gelen bir ülkede bu projenin tam olarak yaşatılması imkansızdı.

Şimdilerde, tam olarak yaşatılamayan proje tamamen rafa kaldırılıyor. Komünistler, AKP cephesine karşı cumhuriyeti savunurken, bir gerçeğe tekrar işaret ediyorlar: Cumhuriyet, Türkiye’de ancak sosyalizmle yaşatılabilir.

Geçen haftaki tartışmaya, bazı dostlar bu bağlamda itiraz ettiler. AKP karşısındaki cephede kendini konumlandıran, üstelik kemalizmi meşrulaştırmak için sol referanslar arayanlarla tartışmanın “vakitsiz” olduğunu iletenler oldu.

Bu tartışmayı yapmamın birkaç sebebi vardı. Birincisi, gerçeklere bağlılıktı. Zaten tartışma, benim bir olguya itirazımla başlamıştı. Yanlışları düzeltmek gerekiyordu.

İkincisi, Sinan Meydan’ın da parçası olduğu “söylenti tarihçiliğini” tartışmak gerekiyordu. Siyasi ereği ne olursa olsun, sebep-sonuç ilişkileri, yapısal analizler ve olgular yerine “gizli bilgiler”, “şaşırtıcı gerçekler” ve sebep-sonuç dizgesi yerine “açığa çıkartılan” şeylerin ikna ediciliğine güvenen bu tarz, açık bir tahrifat yaratıyor. Odatv’deki yazıların altına “Fidel Castro Nutuk istemiş, demek ki Sinan Meydan haklı” yazan yorumcular, bu tahrifatı gösteriyor. Akıl yitimi çağında bilimsel düşünceye, doğrulara, gerçeğe sıkı sıkıya sarılmak, devrimci bir görevdir.

Çünkü, Fidel’in de söylemeyi çok sevdiği üzere, “gerçek her zaman devrimcidir.”

Üçüncü sebep, tam da gerçeğin devrimci olmasından kaynaklanıyordu. Cumhuriyetin tasfiye edilmekte olduğunu bu süreçte yıkımın önüne geçmek ve cumhuriyeti savunmak, ancak cumhuriyetin tarihsel olarak yerli yerine oturtulmasıyla mümkün. Bir çeşit “Atatürk mitolojisi” yaratmak ve bilim-dışı anlatılarla bu mitolojiyi savunmak, AKP’cilerin elini güçlendiriyor. Bu bakımdan, aslında bir “cephe tahkimatı” yapma amacı güttüm. Kitlelerin rolünü sıfırlayarak her şeyi “Atatürk”e bağlayan, bunu yaparken de Atatürk döneminin hiçbir sorunu yokmuş, bu dönemde ileriki yılların sıkıntılarının hiçbirinin kökleri bulunamazmış gibi bir savunma yapmak, AKP eliyle kurulmakta olan yeni rejim karşısında cumhuriyetin savunulmasını zorlaştırıyor. Cumhuriyeti savunmak için bir mitolojiye gerek yok, gerçekler yeterli. Mitoloji, sanılanın aksine, cumhuriyetin savunulması mücadelesine zarar veriyor. En başta da, Atatürk’ü savunacağım diye kapitalizmi akladığı için.

Dördüncü sebep ise, “sol referanslara başvurduğu” düşünülen bu siyasi tavrın, aslında bağrında taşıdığı anti-komünist eğilimle birlikte, kemalizmi sağa çekmeye hizmet etmesi. Sinan Meydan’ın tartışmayı en başta başlatan yazısını, CHP kurultayında açılan ve Kılıçdaroğlu’nu Che’ye benzeterek “68 ruhuyla halk iktidarını kuracağız” yazan pankartı eleştirmek için kaleme aldığı unutulmamalı.

Parti Meclisi’ne Muhammet Çakmak gibi Fethullah sevdalısı din adamlarının, genç kontenjanından Faik Tunay gibi Thatcher ve Özal hayranı, kariyer sevdalısı siyasetçilerin alındığı CHP kurultayında Che benzetmeli pankartı eleştirmeyi tercih edenleri eleştirmeden, AKP karşıtı cephe cumhuriyeti savunamaz.

[email protected]