Kanıma dokunuyor

DÜNYA SOLA DÖNÜYOR - KÜBA ve LATİN AMERİKA yazıları

Elleri enselerinde birleşmiş, yüzleri yere dönük, bakışları puslu, düşünceli... Yavaş adımlarla, Başkanlık Sarayı’nın yakınındaki Şili Stadı’na giriyorlar. Devlet Teknik Üniversitesi’nden 600 öğrenci, akademisyen, emekçi...

Bir subay, yüzü koyu, elinde otomatik tüfek, göğsünde el bombaları sallanıyor, tabancası, bıçağı belinde asılı, bir kutunun üzerine çıkmış, girenleri izliyor. Muzaffer, küstah...

Kıvırcık saçlı bir tutukluyu görünce birden haykırıyor, sesi gür: “O orospu çocuğunu buraya getirin.”

Asker esirlere yöneliyor... “Şu gerizekalıyı, şunu.” Asker sertçe ittiriyor kıvırcık saçlıyı. Subay sabırsız, “Genç kız gibi davranma ulan it.” Asker bir dipçik darbesi vuruyor esire esir, subayın ayaklarının önüne devriliyor.

“Sensin o Victor Jara, ha? Marksist şarkıcı, anasının komünist piçi, s.ktiğimin şarkıcısı.”

Hatırlıyor, Boris Navia, üniversitenin avukatı, o sırada orada, Jara’nın yakınında. “Ona vuruyordu, vuruyordu. Tekrar tekrar, durmaksızın. Vücuduna, kafasına, hırsla savuruyordu tekmeleri. Neredeyse bir gözünü patlatacaktı.

Zaman durur böyle anlarda. Algılar farklı çalışır. Jara’nın yere düşüşü, yere dökülen bir un sessizliğinde izlenir belki. Ama Navia, postalın kaburgalara her çarpışında çıkan sesi hayatı boyunca unutamaz.

Victor gülümsüyordu. O hep gülümsüyordu, gülümseyen bir yüzü vardı, ve o yüz giderek dağılıyordu. Aniden, subay tabancasını çekti. Onu öldüreceğini düşündüm. Tabancanın namlusuyla vurmaya devam etti. Kafasına vurdu, Victor’un yüzü alnından akan kanla kaplandı.

Durmuştu zaman. Algılar farklı çalışıyordu. Erler, esirler, izliyorlardı. Herkes için sadece alından akan kan vardı, koyu kızıla çalmış kıvırcık saçlar, inip kalkan bir kol, postalın kaburgalara vurmasından çıkan ses vardı.

Zaman durduğundan olacak, bu ne kadar sürdü kimse tam hatırlamıyor. Sonunda subay, askerlere Jara’yı bir koridora götürmelerini, hareket ederse öldürmelerini söyledi.

Düşünceler geri geldi. Tiksinme, nefret, hâlâ ve inatla umut, sevgiliye ne olduğunun merakı, kaygı, nefret, tiksinme...

***

600 kişi, rektörlük binasına kapatmışlardı kendilerini. Allende’nin Başkanlık Sarayı’nda ölümüne dövüşürken verdiği talimata uyuyor, terk etmiyorlardı okulu. Aslında Allende de orada, onlarla olacaktı o gün. Tarihi bir konuşma yapmaya hazırlanıyordu, mekân olarak üniversiteyi seçmişti. O gün geldi darbe.

Bekliyorlardı binada, kısa sürede asker sardı çevrelerini. Tüfek sesleri çevreledi binayı. Allende’nin konuşacağı etkinlikte çalmak üzere gelmiş bulunan Jara binada dolaşıyor, neşelendiriyordu içeridekileri.

N’eylersin, kimsede silah yoktu. Allende gibi dövüşerek düşmek nasip olmadı hiçbirine. İlk günü binanın içinde, kuşatma altında geçirdiler. Jara, sevgilisi Joan’la iki defa konuştu, “Yarın gelirim” dedi. Gidemedi.

Ertesi gün ordu havan topu getirip rektörlüğün duvarlarını dövmeye başladı. Yüz asker kırdı kapıları, esir aldı içerideki 600 insanı.

***

Cehennem, iki kilometre uzaktaydı sadece. Hepsini Şili Stadı’na götürdüler. Dante’nin imgeleminden çıkmış gibiydi ortalık. Kübalı sandıkları Perulu bir öğrencinin – malum, suçu büyük – kulağını kesiyorlardı. Bir sosyal bilimler hocasının elindeki sınav kâğıtlarını görünce “En yüksek not alan ikisini çıkar” buyuruyor, kâğıtları yediriyorlardı hocaya. Etrafta cesetler vardı, üst üste, henüz kokuları çıkmamış ama, kanların sıcaklığı hissediliyor tasvirine sözler değil, bir Doré yeterdi ancak.

Dante’nin cehenneminden ayıran burayı, bir işçinin “Viva Allende!” diye bağırması oldu. Viva Allende, viva socialismo... Bağırdı, attı kendini tribünden aşağı. Kanı, aşağıdaki kızıl göle karıştı.

***

Subay, gelen komutanlara ganimetini gösteriyordu. Hava Kuvvetleri’nden bir albay, elinde sigara, Jara’ya “Sigara içiyor musun?” diye sordu. Kafasını salladı Jara, hayır. (İçiyordu.) “Şimdi içeceksin” diye homurdandı albay, sigarayı eline tutuşturdu Jara’nın, “Al!” Jara kolunu uzattı, titriyordu eli. Herhalde fiziksel yorgunluktan olacak gözlerinde korku yoktu. “Bakalım şimdi çalacak mısın gitarı, s.ktiğimin komünisti!” diye haykırdı albay, Jara’nın ellerine kurşun yağdırırken.

Yeni esirler gelip de askerler onları karşılamaya gidince, herkes Jara’ya yardıma koştu. Yaralarını temizlediler. İki gündür aç susuzdu hepsi. Biri, cebinden bir hazine çıkardı: pişmemiş bir yumurta. Jara’ya verdiler. Bir çakmak istedi Jara, yumurtayı iki ucundan ısıttı, bir delik açtı tepesinde, hüpletti. “Bizim oralarda yumurta böyle yenir” dedi, gülümsedi. Gülümsetti.

Geri gelmişti enerjisi. Joan’ı ve kızlarını anlatmaya koyuldu. Esirlerden ikisi, birtakım bağlantıları sayesinde salınacaklardı. Birçoğu, hayatta olduklarına dair notlar yazdılar dostlarına. Victor da aldı eline kâğıdı kalemi, son dizelerini yazdı:

Ey şarkı, ne kötü çıkıyorsun
Dehşeti söylemek zorunda olduğumda
Şu yaşamakta olduğum gibi, dehşeti
Şu ölmekte olduğum gibi, dehşeti

***

Muktedirin, zalimin korkusu bilinir. Kapalı çatısından güneş ışığı girmediğinden, içeridekilerin spot ışıkları altında gün mefhumunu yitirdikleri Şili Stadı’ndakiler de istisna değildi. Bir esir bir yere çağrılacağı zaman, anons ediliyordu adı. Jara’yı götürmeye geldiklerinde anons falan yapılmamıştı. Korkmuşlardı tüm stada Victor’un adını hatırlatmaya. Gelen iki asker, konuşamadılar, elleriyle “kalk” işareti yaptılar.

Götürdüler, saatlerce işkence ettiler. Artık işkence bittiği sırada, kapatıldığı bölümün yakınından geçen Carlos Orellana’yı gördü Jara. Üniversiteden tanıyordu. Askere kendisini tuvalete götürmesini söyledi. Orellana da Victor’u görmüştü, ona kafasıyla “Gel” işareti yaptığını fark etmişti. O da tuvalete yöneldi. İşerken birkaç cümle paylaşacak zamanları vardı.

Yüzünden, gördüğü işkencenin şiddeti okunuyordu Jara’nın. Jara, boşuna çağırmamıştı Orellana’yı. Diğerlerinden ayrıyken, yine üniversiteden bir esiri etrafta rahatlıkla dolaşıp, askerlerle şakalaşırken görmüştü. Hain olduğundan şüpheleniyordu, yoldaşlarını uyardı. Haklı çıktı, haindi adam. Victor, yüzünde toplanan kandan tanınmaz halde, uyarmıştı yoldaşlarını.

***

Beklenmedik bir anda emir geldi. Tüm esirler, daha büyük olan Ulusal Stadyum’a taşınacaktı. Sıraya girdiler. Son kamyona binecek gruba baktı Kumandan Manrique, “Şu, şu, şu, aşağıya götürün bunları” dedi.

Victor Jara, ünlü komünist avukat Litre Quiroga, ve Allende’nin son fotoğraflarında yanında yer alan kişisel doktoru Danilo Bartulin.

“Aşağısı”, ölüm demekti. İşkence ve infaz merkezi olarak kullanılıyordu soyunma odaları. Cesetler hızla doluyor, parçalanmış vücutlar kamyonlara doldurulup kentin caddelerine küreklerle atılıyordu.

Bartulin ve Jara’yı bir tuvalete kapattılar, Quiroga’yı yandakine. Sonradan, Bartulin’i çıkardılar, saatlerce işkence yapıp Allende’ye dair, Allende’nin prestijini sarsacak kişisel bilgiler edinmek için sorular sordular.

Doktor bilebilirdi bunları. Şarkıcı, nereden bilsin?

Orada öldürdüler Victor Jara’yı.

***

Tüm bunlar geliyor aklıma. TT Arena geliyor, AKP’nin yuhalayan binlerin peşine düşmesi geliyor. Egemen Bağış’ın sözleri, Madımak Oteli geliyor aklıma. Üniversiteler, doğamadan ölen bebek geliyor (o sırada duyuluyor muydu kasıklara vuran postalın sesi?). Topa tutulan rektörlük, stadyum geliyor aklıma. Jara'nın darbeden bir gün önce sendika radyosunda inşaat işçilerine yazdığı yeni şarkısını tanıtması, inşaatta çalışırken ölen üniversite öğrencisi geliyor. Kanlı Pazar, 12 Eylül geliyor. MTTB, Akıncılar geliyor aklıma. Haberleştirilince apar topar kaldırılan yazısında Kenan Evren’e methiyeler düzen Fethullah Gülen geliyor aklıma.

Victor Jara geliyor.

Egemen Bağış’ın ağzından, Jara’nın isminin dökülmesi geliyor aklıma.

Kanıma dokunuyor.

[email protected]