“Bir laik, bir müslüman, bir hıristiyan...” Türkiyesi

Korkmayın, fıkra anlatmayacağım.

Ama memleketin hali iyice fıkra gibi oldu, onu anlatacağım.

Duymuşsunuzdur, sıra Ayasofya Müzesi’nin cami yapılmasına geldi.

Konuyu, Haziran sayısında Derin Tarih dergisi gündeme getirdi. Yeni Şafak da geçtiğimiz hafta derginin Ayasofya dosyasını manşetine taşıyarak tartışmayı ülke gündemine soktu.

Önce dergiden bahsetmeliyim. Başında, Zaman gazetesinin popüler tarih yazarı Mustafa Armağan var. Hatırlar mısınız, Araplar İsrail yerine Osmanlı’ya biraz boyun eğselerdi her şey çok güzel olacaktı diyen, Haydarpaşa yangınını “Ergenekon”un yaptığını ima etmek için bin dereden su getiren kişi (Bkz: MLAM Tarih Komisyonu yazısı).

Dergi Gülen Cemaatine mi aittir bilemem. Ama, aslında Kurtuluş Savaşı’nda halk mücadelesine Mustafa Kemal’in değil, ulema takımının öncülük ettiğini kanıtlamak için Amasya’daki bir caminin imamının Mustafa Kemal kente geldiğinde verdiği Cuma hutbesini aktaran yazıya başlık olarak “Millî irade kavramını ilkin bir Hocaefendi kullanmıştı” başlığını attıklarını söyleyeyim, siz anlayın...

Gülen cemaatinin midir dergi, bilemem. Töhmet altında bırakmak istemem. Ama derginin en sıradan sayfalarından birinde, tarihte Haziran ayı sayfasında 5 Haziran 1912’de ABD’nin yarı-sömürgesi durumundaki Küba’da bağımsızlıkçı isyanı bastırmak için adaya müdahale etmesini tek cümleyle “Küba’da çıkan isyanda vatandaşlarını korumak için 570 kişilik Amerikan donanması Küba’ya çıktı” diye anlattıklarını söyleyeyim, her durumda otoriteye saygı göstermek adına ABD'ye biat eden kimler var siz yorumlayın...

Velhasıl, derginin manşeti şöyle: “Ayasofya’yı rehinden kim kurtaracak?”

Evet evet, Ayasofya müzesinin “rehin” olduğunu düşünüyorlar. Halka, kamuya açık bir kültür hazinesi, bu islamcılara göre rehin durumda.

soL’da Cuma günü haber oldu konu. Orada Engin Akyürek hocam, meselenin gündeme getirilmesinin bir “rövanş ve meydan okuma” olduğunu söylerken, tam da meselenin özüne dokunuyor. İslamcılar da bunun farkında. AKP’nin “Ayasofya Müzesi Başkanı” diye atadığı adam, başında olduğu müzenin müze olmaması gerektiğini savunuyor! Argümanı da, Fatih’in vakfiyesine uyulmamış olması. “Vakıfta ne yazılıyorsa o ifa edilmelidir ve bu sıradan bir vakıf değildir. Zira Fatih'ten bahsediyoruz” diyor, “Ayasofya’nın müze yapılması bir cinnet, boşluk ve kırılma döneminin eseridir” diye ekliyor. Meydan okudukları Cumhuriyet’in tarihini de hiçe sayıyorlar. Saltanat yıkılmamış, imparatorluğun yıkıntıları üzerinde halk bambaşka bir rejim kurmamış gibi konuşuyorlar.

Ama, kafaları gerçekten de saltanatta, imparatorlukta. Dünyayı öyle görüyorlar. Dergide yer alan bir diğer argümana göre Ayasofya aslen bir camiymiş, çünkü fethedilen şehrin en büyük ibadethanesi, her zaman fetihçilerin dininin ibadethanesi haline getirilirmiş.

Kafaları, Ortaçağ’da. Müze Başkanı dedikleri zat, “Koskoca Fatih böyle düşünmüş” diyor. Bu müze başkanına, müzelerin Aydınlanma Çağı’nın ürünü olduğunu, hepi topu 250-300 yıllık geçmişleri olduğunu kimse hatırlatmıyor mu?

Belli ki hatırlatmıyor. Belli ki, etraflarında “Arkadaş, biraz abarttın sen de” diyecek aklı başında dostları yok. Derginin konuyla ilgili görüş aldığı Mehmed Niyazi isimli yazar, “Osmanlı Ayasofya’yı aslına döndürmüştür” diyor yahu!

Neyse, islamcılarda durum böyle. Kültürden o kadar uzaklar ki, Ayasofya’dan ancak cami olduğunda faydalanabileceklerini düşünüyorlar.

Benim yazının başlığını seçme sebebim başka.

Dergi, birçok ismin yanı sıra Etyen Mahçupyan’dan da görüş almış. Mahçupyan şöyle demiş: “Bence 4 ay müze, 4 ay cami, 4 ay kilise olarak kullanılsın.”

İnanamadım. Daha doğrusu, emin olamadım. Ciddi ciddi bunu mu öneriyordu, yoksa bu saçma tartışmayla dalga geçmek için mi öyle demişti?

Kendisine sordum. “Bu tartışmanın bir çiğlik ima ettiğini düşünüyorum. Bu yüzden bu çiğliğin tedavisi için 4+4+4 formülünü ciddi olarak öneriyorum” dedi.

Liberalizmin, kimlik siyasetinin memleketi getirdiği noktaya bakar mısınız?

Son büyük karşıdevrim, Sovyetler Birliği yıkıldığında başlamadı. Daha önce, 80’lerde başladı. Ekonomide neo-liberalizme felsefede postmodernizm, siyasette liberalizm eşlik etti. Hepsi birbirini bütünledi, daha doğrusu hepsi bir bütünün parçalarıydı.

Kimlik siyaseti, bu karşıdevrimin sonucunda siyaset alanında güç kazandı. Ve artık öyle bir hale geldi ki, “yurttaş” ortadan kalktı. “Müslüman” var artık, “hıristiyan” var, “yahudi” var… bir de işte, daha ziyade küfür amaçlı kullanılan “ateist” var. Ama bu müslümanlar yekpare bir kitle mi, içinde ezeni ezileni var mı, zengini yoksulu var mı, bunlar yok. Artık liberallerin Türkiye algısında, Ayasofya’nın bile aralarında pay edildiği “bir laik, bir müslüman, bir hıristiyan” var.

Son aylarda iyiden iyiye daha dar islamcı tabanına çekilmekte olan AKP’nin toplumu dincileştirme saldırılarında, bu kimlik siyasetinin büyük payı var.

Üstelik belki bazıları farkında değil ama, kendileri bu paylarının bal gibi farkındalar. Belli ki bazıları, paylarının karşılığını da bekliyor. Liberalizmi, kimlik siyasetini sola sokmada koçbaşı rolü üstlenen, ama kapı sağlam çıkınca çarpıp sağa doğru savrulan Ufuk Uras’ın Pazar günü Zaman gazetesine verdiği röportajı okumadıysanız, mutlaka okuyun. Ailesinin inançlı mütedeyyin geçmişini sıraladıktan sonra, dinle arasına mesafe koymasını, Kadıköy Maarif Lisesi’nde maruz kaldığı mahalle baskısıyla açıklıyor!

Doğru yolu bulduğunu kanıtlamak için ekliyor: “Sosyalist olmak tek başına yeterli gelmiyor çünkü bu çok politize edilmiş bir kavram. Hayatın geri kalanını nasıl anlamlandıracaksınız? Bugün, 21. yüzyılda dinler arası, kültürler arası etkileşim çok önemli.”

Son seçim döneminin öncesinde Uras’ın Ertuğrul Günay’ın yerine AKP’nin kültür bakanı olmak istediği, “kulislerde” epey konuşulmuştu. Doğru mudur, AKP kürtajı dahi yasaklamaya kalkmışken “dinle barıştım” mesajlı röportaj vermek bu arayışın sürdüğünün işareti midir, bilmem.

Ama keşke şu Derin Tarih’çiler Ayasofya meselesini Ufuk Uras’a da sorsalardı da, bir de ondan dinleseydik. Ne de olsa Ayasofya -şimdilik- Kültür Bakanlığı’nın alanına giriyor.

[email protected]