‘Sen kardeşinin bekçisi misin?’

Sol’un kullandığı pek çok kavramı Duvar yıkıldıktan sonra sahiplenen emperyalizm, bunları dönüştürerek kendi küresel amaçları için kullanmaya başladı. Bu kavramların başında, “demokrasi” ve “insan hakları” geliyordu. Zamanla bunlara, “etnik ve dinsel haklar”ı da ekledi. Emperyalist kapitalizm, gümrüklerle yasalarla kısıtlanmamış serbest piyasalar istiyordu. Güçlü orduları olan, iktisadi planlama yapan, teknoloji geliştiren ulus-devletler küresel sermayenin önünde bir engel oluşturuyordu. “Demokrasi”den anladığı şuydu: özgür, sınırsız piyasa ilişkileri ve kendi parlamentosu olan küçük özerk bölgeler, hatta şehir devletleri. “Özerklik” lafının bu kadar çok duyulduğu bir dönem herhalde yaşanmamıştır.

Bugünün emperyalizmi dünyanın neresinde bir “demokrasi” ihtimali görse hemen oraya koşup “insan hakları, etnik ve dinsel haklar” bayrağını açıyor, Soros gibi sıcak para aleminin üstatlarını harekete geçiriyor, becerebilirse uçak gemilerini oralarda dolaştırıyor “turuncu devrimler”, “Arap baharları”, “demokrasi” mücadeleleri gırla gidiyor.

Elbette bu süreç kültür alanında da yaşanıyor. Tarihin bütün acılı hikâyeleri yazılı ve görsel olarak anlatılıyor iç savaşların, büyük katliamların anıları ve sembolleri “demokrasi ve insan hakları”nın bir icabı olarak hızla yayılıyor.

Şöyle diyorlar: “O senin kardeşin değil, düşmanın. Yüz yıl önce senin atalarını öldürdü. Bu tarihle yüzleşmezsen demokrasi gelmez. Yüzleş onunla, yüzleşemiyorsan ayrıl ondan, bölgesi küçük de olsa kendi demokrasini kur, özerk ol.” Habil ve Kabil efsanesinde Tanrı’ya atfedilen sözlerin tam tersi: “Sen kardeşinin bekçisi misin? Bırak, her kim onu görürse öldürsün, yeryüzünde bir asi ve kaçak olsun.” Mazlum halkların şu dönemde bu ters çağrıya açık oldukları görülüyor.

Şu sonuç çıkıyor: vicdanlı olmak için mutlaka bilinçli olmak gerekiyor. Bilinci olmayanın vicdanı da olmuyor. Ayrıca bilinçlenmek için dam dolusu kitap okumaya da gerek yok, baktığını anlamak bile yeter. Mesela Ankara’nın Kızılay meydanında dilenen Suriyeli mülteciler, apolitik bir insana bile Yeni Dünya Düzeni hakkında bir fikir verebilmeli.

Aslında bu “demokrasi” üç kâğıdını Yugoslavya’da açtıklarında uyanmak lazımdı. Lakin harekete geçirdikleri dinamikler, iç savaşın gerçek faillerinin (özellikle Almanya’nın) arkasına saklanıp görünmez oldukları öyle büyük bir insani felaket yarattı ki kimse söyleyecek söz bulamadı, konuşanların sesi de duyulmadı. Avrupa’nın orta yerinde sosyalist olduğunu söyleyen federatif bir alan istememişlerdi.

Bu yazıya başlarken aklımda Ukrayna’da başlayan iç savaş vardı. İnsanların öldürüldüğü yerleri önem sırasına koymak elbette yakışık almaz, ancak Ukrayna’da yaşananlar yeni bir dönemin habercisidir. İç Savaş’ın toplam stratejik hedefi, Rusya’yı zayıflatarak Batı’ya mecbur bırakmak ve Şanghay İşbirliği Örgütü’nü bölerek Çin kuşatmasını tahkim etmektir. Bu toplam strateji içinde elbette Ukrayna oligarklarının, Stefan Bandera hayranlarının, faşistlerin meydanlardan kovduğu sosyalist ve anarşistlerin, batı ve doğu Ukrayna arasında “federasyon” öneren Ukrayna KP’sinin, hatta her birinin ayrı bayrağı olan 25 idari bölge (oblast) ve bir özerk cumhuriyetin (Kırım) çok çeşitli görüş ve niyetleri olabilir. Ancak ABD ve Almanya’nın ilk hedefi, Suriye’ye sahip çıkan, Doğu Akdeniz’e savaş gemileri yollayan, bölgeyi radar ağları ve füze savunma sistemleriyle donatan, Abdülfettah Sisi’nin yakın zamanda ziyaret edip ikili anlaşmalar yaptığı Rusya’dır.

Günlük olayların perde arkasını çok yönlü dezenformasyon nedeniyle bilemeyiz, ancak iki nokta kesindir: birincisi, Ukrayna’daki ayaklanmanın inisiyatifini ele geçirenler emperyalistlerin destekleyip silahlandırdığı işbirlikçi faşist güçlerdir ikincisi, Rusya, Ukrayna’nn tamamının ya da batısının ve daha ileri bir evrede Gürcistan’ın NATO’ya girmesine asla izin vermez. Birincisi açıkça görülüyor. İkincisi için biraz tarih sezgisi ve haritaya bakmak yeterlidir.