Soylu’nun bayram namazı

Çöküş dönemlerinin ortak özellikleri vardır: Yöneten ve yönetilenlerdeki ahlaki çürüme, övülen ve teşvik edilen cehalet; boşvermişliğin, umutsuzluğun, bireycilik ve çıkarcılığın yaygınlaşması, toplumun geniş kesimlerinde artan yoksulluk.

Tüm bu kötü özellikler kendi karşıtını da doğurur. Bu nedenle çöküş dönemleri parlak çıkışların da hazırlandığı anlardır; en kuvvetli ahlak ve erdem sahiplerinin, inatçı mücadelecilerin kendini gösterdiği, çoğaldığı dönemlerdir. İvme tersine döner, negatif değerlerin karşısında pozitif olanlar güçlenmeye başlar, zamanla...

Süleyman Soylu’nun askerle kıldığı bayram namazında ortaya çıkan görüntüleri izleyince çok fazla şey geçti aklımdan. Mesela yüzyıl önceye gittim.


Şevket Süreyya Aydemir otobiyografik anlatısı “Suyu Arayan Adam”da dünya savaşında cephede erlere verdiği bir eğitimde yaşadığı diyaloğu aktarır. Meşhurdur, bilen bilir. Bana göre kitap sadece bu diyalogdan oluşsa bile işlevini yerine getirmiş olurdu.

Anadolu köylerinden gelen erlere sorar Aydemir:

-Dinimiz nedir?

Yanıtlar çok çeşitlidir: İmamı azam dini, Hz. Ali dini, İslam vs...

Bu basit soruya bile ortak yanıt verilemediğini görünce şaşıran Aydemir sonraki sorularda karşılaştığı cehalet karşısında dehşete düşecektir:

-Peygamberimiz kimdir?

Birçok isim sayılır, biri de bağırıverir: Enver Paşa.

-Peygamber sağ mı, ölü mü?

Bir tartışma başlar...

-Nerede yaşar peki?

İstanbul, Şam, Mekke....

Ne doğru düzgün namaz kılmayı bilen vardır, ne köyünde camisi olan, ne sureleri yanlışsız okuyabilen.

Hangi milletteniz sorusu üzerine her kafadan bir ses çıkınca “Biz Türk değil miyiz?” diye sorar. Hep bir ağızdan: Estağfurullah!

Aydemir derslerde gördükleriyle ilgili şöyle yazar: Bu bölük o zamanki milletin bir parçasıydı. Hepsi de Anadolu köylüleri idiler. Biz Anadolu köylüsünü dindar, mutaassıp bilirdik. Halbuki bu gördüklerim sadece cahiller.

Üstelik mesele sadece cehalet de değildir. Ortada ortak değerlere sahip olmayan boş bir yığın vardır.

Oysa bu cahiller on yıllardır “din uğruna”, “Osmanlı uğruna” denilerek dört kıtada oradan oraya cephelere sürüldüler, milyonlarla öldüler.

Bu diyaloğun yaşanmasından birkaç yıl sonra Samsun’dan Havza’ya doğru geçen Mustafa Kemal nabız yoklamaktadır. Yolda bozulan arabasından inip de savaşabilecek şartlara sahip  bir köylünün tarlasıyla uğraştığını görmesi üzerine “Düşman buralara yanaşıyor. Samsun'a çıkarma yapacakmış” deyince köylü “Şimdi benim sınırım nah şu tarlanın ucu... Düşman oraya varıncaya kadar ben saban başındayım.”

İşte cehalet, çürüme, bencillik... Ama köylünün kızılacak bir hali yok. Haklı mı, haksız mı sorusu da yanlış. Yıllarca sömürülmüş, cahil bırakılmış, elinde ne var yok alınmış. Ama bir yerde de canına tak etmeye başlamış işte. Vatan, millet, din... Hepsi boştur artık, vatanı tarlanın sınırında başlamaktadır.

Peki biz daha iyi bir tablo görebiliyor muyuz yüzyıl sonra? Gördüğümüz yine büyük bir sömürü çarkı, din tüccarlığı, paramparça olup toplum olmaktan çıkmış bireyler yığını.

“Peygamberimiz Enver Paşa” diye bağıranlar çok mu abartılı geliyor, daha bir kaç yıl önce Erdoğan’ı peygamber ilan edenleri hatırlayabiliriz. Cehaletten mi, çıkarcılıktan mı; oysa bu ikisi hep birlikte gider, cahil olanlar aynı zamanda en pespaye çıkarcılara dönüşür.

“Çıkarcılık” demişken, düzenin bir başka adıdır, yani kapitalizmin. Ve bataklık burada başlar. Yukarıdan aşağı doğru yalnızca fakirliğin değil, çürüme ve cehaletin de boyutu artar.

Bir tarafta sermayenin kâr ve sömürü uğruna besleyip büyüttüğü gericilik, onlar adına memleketi yöneten çetelerinin din üzerinden işlettiği çıkar çarkı ve sefahatin getirdiği yozlaşma; diğer tarafta şov yapmak üzere kılınan namazda ortaya çıkan rezalet, çete liderlerine selam gönderen askerler... Bunlar bir bütün, düzenin fotoğrafı işte.

Yüzyıl önce de bir grup öncü en azından yarım yüzyıldır düzeni düzeltmeye ya da onarmaya çalışmanın sonuç getirmediğini görüp düzenin tümünü sorguladı ve onu tamamen ortadan kaldırmak, yeni ve ileri olan için mücadeleye girişerek sonuç aldı.

Ancak sömürü düzeni tamamen ortadan kaldırılmadığından tarihin hayaletleri kısa sürede geri geldi. İşte yine sömürü düzeni en adi şekilde devam ederken din tüccarlığı, bencillik ve yoksulluk memleketin her yanını sarmış halde.

Bu nedenle ihtiyacımız olan ne yeni bir düzen anayasası hazırlanması, ne bir Tanzimat (düzenleme), ne modern padişahın yetkilerinin sınırlandırıldığı meşrutiyet, normalleşmedir.

İhtiyacımız olan yepyeni, sosyalist bir cumhuriyettir. Elbette hedefe varılacak, tarih öğretmen öyle fısıldıyor bize.