Emperyalizmin krizi: Yüzyıl önce, yüzyıl sonra

Emperyalizmin krizi artık sistemin merkezlerinin de en önemli tartışma konusu. Oysa Sovyetler Birliğinin dağılmasını tarihin sonu geldi diyerek alkışlamışlardı. Onlara göre bir grup entelektüelin dayattığı, insan doğasına aykırı bir sistem olan sosyalizm ortadan kalkmış, soğuk savaş bitmiş, duvarlar yıkılmıştı. Şimdi 3. Dünya Savaşı senaryoları yazıyorlar. 

Dile getirildiği kadar kolay değil elbette. Emperyalist tekeller yüzyıl öncesine kıyasla üretim ve tüketim süreçlerinde çok fazla iç içeler. ABD-Çin-Rusya-AB sermayeleri, bunların daha alt ligindeki emperyalist hevesler taşıyan küçük kardeşleri, devlet yönetimlerindeki hiziplere kadar birbirlerine sirayet etmiş haldeler. Atılacak yanlış bir adımda herkesin, bir bütün olarak sistemin çökmesinden korkuyorlar. Uluslararası sermayenin fazlasıyla iç içe geçmiş yapısı nedeniyle bu gerçekçi bir ihtimal üstelik. Bu durum emekçi sınıflar açısından bir avantaj bile sayılabilir. Bir sonraki yanlış adımlarının telafi şansı eskiye kıyasla daha düşük. Tabii o felaketten nasıl çıkılacağı emekçi sınıfların hazırlığına bağlı. 

Kapitalizmin zaten çelişkilerle yüklü bir sistem olduğunu, kapitalistlerinse sistemlerini dahi tehlikeye atacak kadar ahmak ve aç gözlü olabildiklerini biliyoruz. Öyleyse şimdilik vekalet savaşları, ticari yaptırımlar, teknolojik saldırılar, siyasi baskılar şeklinde yürütülen mücadelelerin nereye evirileceğine dair kesin konuşmak mümkün değil. Emperyalizmin bu karmaşık yapısı aynı zamanda uyuz bir dünya siyaseti, her gün değişen ilkesiz işbirlikleri demek oluyor. Ve “emperyalizm” eleştirisinin hedefini de muğlaklaştırabiliyor, kapitalizmi gözden uzaklaştıran emperyalizm eleştirisi, egemenler elinde bile işlevsel hale gelebiliyor. Yine de tartışılmaya başlanması hayra alamet.

Sermaye sınıfının batıdaki temsilcileriyse emperyalizmin krizini “sistem krizi” olarak kavramsallaştırıp, dünyadaki “süper güçlerin” birbirleriyle mücadelesine odaklanıyor, kapitalizmi tartışmaya açmamak için ellerinden geleni yapıyorlar. Oysa ister sistem krizi, ister emperyalizmin krizi denilsin, yaşanılan adıyla sanıyla kapitalizmin krizidir. Emperyalizm kapitalizmin ulaştığı bir seviye olduğundan “daha farklı bir kapitalizm olabilir mi?” sorusu da tarihsel olarak artık geçerli değil. Tarih geriye işlemez. Emperyalizm, kapitalizmden ayrı bir kategori değildir, güçlü-güçsüz devlet ilişkileri, savaşlar, işgaller bu sistemin, emperyalizm seviyesine erişmiş kapitalizmin sonuçları.

Ve bu sistem sadece büyük kapitalist ülkelerin değil, Türkiye, Brezilya, Hindistan gibi bölgesindeki iddialı ülkelerin de davranış kalıplarını belirliyor. ABD’ye karşı durup, Türkiye’nin müdahalelerine göz yumarak emperyalizm karşıtlığı yapılamaz. Hepsi günü geldiğinde işbirliği de yapan bu sistemin parçaları. Fazlasıyla sermaye ortaklıkları var. 

Öyleyse emperyalizm karşıtlığı, ancak kapitalizm karşıtlığıyla mümkün. Aksi halde sermaye sınıfının politikalarına meze olmak işten bile değil. Azıcık palazlanan, iddialı hale gelen burjuvaziye sahip ülkeler, hele ki dünyanın buna uygun olduğunu düşündüklerinde, ABD’nin ya da bir başka büyük kapitalizmin sergilediği saldırganlık eğilimini kendi çapları oranında gösteriyorlar. Bu sistemi daha kontrolsüz ve kaotik  hale getiriyor.

Venezuela gündemiyle birlikte emperyalizm tartışması yeniden alevlendi. Bahçeli bile adlı adınca emperyalizmden bahsetti, iktidar gazeteleri ABD’nin kirli sicilini yazıyorlar akıllarınca. Erdoğan’ın da işine gelince ‘batıya karşı doğunun lideri’ imajını kullandığı biliniyor. Burada zaman zaman emperyalizm de işlevli bir argüman haline geliyor. 

Tabii bu tartışmalarda emperyalizm kapitalizmden ayrı tutularak, batı alerjisiyle soslanmış bir ‘dış müdahale’ karşıtlığına indirgeniyor. Aslında kendileri emperyalist hevesler taşıyan ikinci ligdeki kapitalist ülkelerin iktidarları, emperyalizmin sadece eksikli değil, bu çarpıtılmış kullanımıyla kendilerine alan açabileceklerini düşünüyorlar. Dünyanın buna müsait olduğunu düşünüyorlar. Bunun en tipik örneklerinden biri de Türkiye. Kapitalizm tartışmasını dışlayan bir emperyalizm tartışması, içeride milliyetçi duyguları beslediği gibi, onu kullananlara tutarsız olma olanağını sağladığından bu söylemde bir mahsur görmüyorlar. 

Bu bir çaresizlik aynı zamanda. Sistemin çivisinin çıktığının göstergesi. Tartışmayı başlatmak kolay, ucunu alabilmek zor. Hesapların tutmaması için çok neden var.

Yüzyılın sonunda aynı noktadayız. Yüzyıl önce muzaffer devrim burjuvazinin hesapsız adımını karşılayacak bir partinin varlığıyla mümkün olabilmişti. Tüm tezvirata rağmen hayat bu gerçeği değiştirmediği gibi pekiştirdi. 

Burjuvazinin son dürüst aydın kuşağından sayılabilecek Stefan Zweig 1. Dünya Savaşının başladığı haberini aldıklarında seçkin Avrupalılarla kır balosunda mutlu mesut dans ettiklerini ve kimsenin bir savaş beklemediğini, habere de uzun süre inanamadıklarını anlatıyor. Bunu sadece burjuva aydınlarının körlüğüyle açıklamak zor. Gidişatı öngörmek, tahmin yürütmek mümkün, ancak tarih hızlandığında bir süre arkasından bakakalmak neredeyse kural gibi görünüyor.  

Emperyalist sistemin krizinin müjdelediği iyi şeyler de var. Düzen değişikliği, bir düzenin diğerinden daha iyi olarak öne çıktığı anlarda değil, birinden umudun tamamen kesildiği kör anlarda gerçek bir seçenek olarak sahnedeki yerini alıyor. Emekçi sınıflar henüz o noktada değil fakat kapitalizm artık ameliyat masasında ve her şeyin tartışılabildiği zamanlardan geçiyoruz. Öyleyse o noktaya çok hızlı ulaşmanın koşulları her geçen gün olgunlaşıyor. Yüzyılın başında Zweig’ın şaşırmasıyla başlayan ve devrimle son bulan süreçte olduğu gibi...