Ekonominin politikleştirilmesi ve bir sırrın ifşası

Marx’tan, hatta onun da ilham aldığı Proudhon’dan beri süren bir kavga var. 

Klasik burjuva iktisadının temel varsayımına göre ekonominin işleyiş yasaları kapitalizmde tam da olması gereken şekildedir. Buna göre kapitalizm öncesi tüm ekonomik sistemler insan doğasına aykırı ve yapaydı, burjuva devrimleriyle gelen yeni düzen buna son verdi. (İnsan doğasına, böyle bir şeyin olup olmadığına, ne anlama geldiğine dair bitmez tükenmez tartışmayı bir de bu gözle okumakta fayda var.) Hal böyle olunca ortada varolan sistemin yani kapitalizmin sorgulanmasına gerek de kalmıyor. Sonuç olarak ekonomik sistemin temel varsayımları tartışmadan kaçırılıyor. O tartışmaya politika deniyor. Kapitalizmin masaya yatırılmadığı her tartışmaysa, işçi sınıfının elinden politika silahının alındığı anlamına geliyor. 

İleri ya da geri tüm burjuva demokrasilerinde asla çiğnenmeyen tek yasa maddesi nedir diye düşündünüz mü hiç: Özel mülkiyet hakkının kutsallığı... Yapılacak tüm tartışmalar da ancak bu ön kabulle yapılmak zorundadır, işte o varsayım din gibi kutsaldır.

Oysa kapitalist ekonominin yasalarının politikadan, yani toplumun nasıl idare edileceğine dair tartışmalardan koparılması, en başta burjuvazinin kendi tarihsel pratiğiyle çelişiyor. Çünkü burjuva devrimleri tam da varolan ekonomik modelin toplumsal gelişimle çeliştiği noktada, onun tartışmaya açılmasıyla patlak vermiştir. Burjuvazi varlığını ekonominin politikleşmesine borçludur. Ama iktidarını kurduğundan beri tam tersini vaaz ediyor.

Marx elindeki kamayı tam da buraya sokmuştu. O, üretim ilişkilerinin (ekonomik düzen diyelim), toplumsal ilişkilerle doğrudan bağını kurduğunda burjuvazinin en büyük sırrını ifşa etmiş oluyordu. İşte o günden beri sınıf mücadelesi bu sırrı sürekli olarak ifşa etmeye çalışanlarla, bunu gizlemek için ellerinden geleni yapmaya çalışanlar arasındadır.

Sermaye sahiplerinin bu konuda epey yol aldığını görmek lazım. Özellikle Sovyet sosyalizminin çöküşüyle birlikte kaybedilen ideolojik mevzi, bu sırrın ifşasını gittikçe daha zor hale getirdi. Kimse kolay kolay kapitalizmle barışamadı ama aşikar olana da inanmak istemedi. Bir başka şey, yol arandı, bulunamadı... Çünkü yoktu. 

Dünya kapitalizmi, emperyalist çağla birlikte ülke sınırlarını da önemsizleştiren bir üretim ve alış-veriş ilişkisine girmiş durumda. Yerli sermaye diye bir şey var idiyse de, artık kubbede yankılanan hoş bir seda sadece. Son krizi düşünelim: TL’deki değer kaybının, yabancı sermayenin alım gücünü artırdığı için ihracata olumlu yansıması olması gerekmiyor muydu, daha önce hep öyle olmadı mı? Oysa bu sefer öyle olmadı, peki neden? Eğer üretiminizde kullandığınız malzeme ağırlıklı ithal ürünlerden oluşuyorsa kendi para biriminizdeki değer kaybı sizin de üretim maliyetinizi artırır da ondan. Türkiye kapitalizmi öylesine dışa bağımlı ki kimse yerli ürün masalları falan anlatmasın.

Tartışmamıza dönersek ekonominin siyasetsizleştirilmesi eğilimi, sosyalizmsiz dünyada emperyalist ekonominin en büyük güvencesidir. 

Örneğin Türkiye, tarihinin en olağanüstü siyasi krizlerini yaşarken neden ekonomide gözle görülür bir sorun çıkmadığı sorusu yanıtlanmaya muhtaçtır. Oysa en azından 10 yıldır neler yaşanmadı bu ülkede: Ergenekon adıyla anılan siyasi operasyonlar dönemi, milyonlarca kişinin katıldığı sokak eylemleri, iktidarı sallayan yolsuzluk operasyonları, seçim krizleri, darbe denemeleri... Tüm bunlar olurken nasıl oldu da patronlar ekonomiyi tıkır tıkır idare ettiler, kârlarını katladılar. Veriler ortada, gururla açıklıyorlar, bir göz atmak bile yeterli; AKP döneminde başta TÜSİAD üyesi patronların nasıl düzenli olarak semirdiğini görmek için. 

Bu soruya yanıt verilmeden yapılacak tartışmaların gerçeğe değme şansı yok.

Peki şimdi yaşanan nedir?

Sağından soluna herkeste bir açıklama telaşı: Türkiye demokrasisi zayıfladığı için ekonomi de kötüleşmiş. Bu duruma çare demokratik standartların yükseltilmesiymiş... Sağduyulu ve güven veren bir iktidar gerekiyormuş... 

Söyleyebildikleri en fazla bu kadar. Hem kapitalizme toz kondurmuyorsun, hem de muhalifliğe devam ediyorsun böyle deyince, çok iyi değil mi?

İyisini kötüsünü bilemeyiz ama gerçekle uzak yakın alakası yok. Bunu diyenler herhalde Türkiye’ye üç ay önce geldiler...

Yaşanan kriz, tam da söz ettiğimiz, politik tartışmalardan uzaklaştırılan ekonominin, yani sermayenin kendi krizi. Bunun ne demokrasiyle ne totaliterlikle ilgisi var. Ayrıntılara burada girmenin gereği yok, zaten çok fazla şey yazıldı çizildi, ancak açık ki halkın gözünden kaçırılan sömürü mekanizması teklemeye başladı. Krizin temel göstergesi özel sektörün döndürülemez hale gelen borç yükü değil mi? Daha neyi tartışıyoruz... 

Bunda bir anormallik de yok, kriz kapitalizme içkin bir olgudur; kriz anomali değil, kapitalizmin belli aralıklarla görülen normalidir. Kapitalizmi tartışmaya açmadan yapılan kriz tartışmasının da bu yüzden bir gerçekliği yoktur.

Daha geçen günlerde Türkiye Bankalar Birliği (TBB) tarafından uygulama detayları üzerinde anlaşılan “Finansal Borçların Yeniden Yapılandırılması Yönetmeliği”ne bir bakmanızı öneririm. BDDK’nın hazırladığı yönetmeliğin yürütmesi TBB’de. TBB’yi temsilen de 7 büyük bankanın süreci şekillendirdiği anlaşılıyor. Bu 7 bankanın belirleyici olduğu bir komite oluşturulmuş. Peki ne mi yapacak bu komite:? Borcu 100 milyon lirayı aşan şirketlerin (bunların çoğu kağıt üzerinde iflas etmiş durumda) borçlarını yeniden yapılandırıp kurtaracaklar. Söz sahibi ve aynı zamanda en büyük alacaklı 7 bankanın 3’ü kamu bankası, yani halkın ürettiği zenginlikle finanse ediliyorlar. Yani Türkiye emekçileri kendileri işinden aşından olurken patronları batmaktan kurtaracaklar. Şimdi ekonomi politik mi, değil mi? Aynı gemide miyiz, değil miyiz?

Nihai olarak bu 7 banka arasında yapılan anlaşmayla hayata geçirilmeye çalışılan düzenleme, sermayenin nasıl bir sınıf bilinci olduğunu da gösteriyor. Şöyle ki; bu bankalara başvuran şirketlerin borçlarının yeniden yapılandırılmasına ilişkin başvurularının kabulü için 7 bankadan oluşan komitenin 3’te 2’sinin bunu kabul etmesi gerekiyor. Eğer iflas etmiş şirket ek kredi istiyorsa bu 7 bankanın da içinde olacağı alacakları finansal kuruluşlardan oluşan komitenin yüzde 90’ının kabulünü, borçların bir bölümünün silinmesi içinse komitenin tümünün onayını gerektiriyor. Risk ve “kıyak” arttıkça, fikirde daha fazla ortaklık aranıyor.

Çok açık değil mi? Normalde birbiriyle rekabet halinde olan bankalar, şirketler, söz konusu olan sermaye düzenini korumak, ortak çıkarlar olunca nasıl da bir komite haline gelip örgütleniveriyorlar. Oysa kapitalizmde her koyunun kendi bacağından asılması gerekmiyor muydu, bunların birbirlerinden sakladıkları çok önemli şirket sırları yok muydu? Şimdi hem birbirlerini desteklemeye, hem de birbirlerinden onay almaya muhtaçlar. İşçi sınıfı ve tüm emekçilerin buradan çıkaracağı ders açık olsa gerek.

Ekonominin politikadan kaçırılması demiştik, bu iş öyle bir noktaya vardı ki, örneğin ülkemizin tepesindeki şahıs daha geçtiğimiz gün kriz miriz yok, bunlar uydurma diyebildi. Buna inanan çıkmış mıdır bilmiyoruz ama siyaset kurumunun ekonomiyi saklayalım derken gerçeklikten koptuğunu anlamış oluyoruz. Kimse bunu Erdoğan’ın tuhaflığına vermesin, işler artık böyle yürüyor. Hem yukarıdaki anlaşma yapıldıktan, patronlar kurtarıldıktan sonra siyasetçilerin ne dediğinin ne önemi var.

Bir sırrın ifşası demiştik. Bursa’dan yürüyüşe geçen Cargill işçileri, dört ayı geçkin süredir direnen Flormar işçileri ve yıllar sonra işçi sınıfı mı kaldı diyenlere inat kafalarında baretleriyle sesini yükselten 3. Havalimanı işçileri görmeyen, duymayan, anlamayanlara inat o sırrı ifşa etmiyor mu...