17 Ekim 1961

“17 Ekim 1961’de bağımsızlık hakkı için yürüyen Cezayirliler kanlı bir baskı sonucu öldürüldü. Cumhuriyet (Fransa) bu gerçeği açıkça tanır. Bu trajediden 51 yıl sonra kurbanları saygıyla anarım.” (17 Ekim 2012 – Fransa Cumhurbaşkanı François Hollande.)

Geçtiğimiz Çarşamba akşamüzeri cumhurbaşkanlığı makamı, Elysée Sarayı’ndan yapılan, yukarda okuduğunuz 3 cümlelik açıklama ülkenin ve Cezayir’in gündemine bir bomba gibi düştü. François Hollande ve sosyalist iktidar sağ muhalif çevrelerin iddia ettiği gibi Fransa’yı bölmek mi, yoksa Aralık ayında devlet başkanının resmen ziyaret edeceği Cezayir’e dalkavukluk mu yapmak istiyordu? Veyahutta sol kesimin savunduğu gibi Fransa “geçmişiyle hesaplaşma” sürecinde Cezayir ve Cezayir kökenlilere, -yeterli olmasa da- tarihi “bellek borcunu”nun ilk ciddi taksitini mi ödüyordu?

Cezayirlilere Sokağa Çıkma Yasağı

1954’te kurulan bağımsızlık yanlısı FLN (Cezayir Ulusal Kurtuluş Cephesi) örgütü Fransız devletinin sömürgeci, kanlı şiddet ve baskı içeren siyasetine karşı 1958’den itibaren yalnızca Fransa’nın Cezayir vilayetlerinde değil, Avrupa kıta topraklarında da askeri, siyasi direniş eylemlere girişmişti. Egemen iktidar için ülkede yaşayan Cezayirliler potansiyel birer “Terörist” idiler (!). Ardı arkası kesilmeyen hücum ve suikastlerde onlarca polis-asker, güvenlik görevlisi ölürken, yüzlerce (hatta Cezayir de katılırsa onbinlerce) Cezayirli de baskın ve çatışmalarda, sorgu ve işkencelerde yaşamını yitiriyordu. General Charles de Gaulle – Michel Debré iktidarı, özellikle de İçişleri Bakanı Roger Frey’in israrıyla 5 Ekim’de Bakanlar Kurulu kararıyla ‘yalnızca’ Cezayirlilere Sokağa Çıkma (20:30-05:30 arası) yasağı getirmişti.

Bir de buna dönemin Paris Emniyet Müdürü (fotoğrafta görülüyor), II. Dünya Savaşı sırasındaki faaliyetlerinden ötürü Yahudi Soykırımı’na iştirak ve Nazi işbirlikçiliği gerekçeleriyle 1998’de İnsanlığa Karşı Suç işlemekten 10 yıl ağır hapse mahkum olacak Maurice Papon’un (1910-2007) tüm komiserlik ve emniyet şubelerine dağıttığı faşizan içerik, saldırgan tavırlı bir güvenlik önlemleri (duyurusu) telgrafı eklenince gerilim iyice artmıştı. Bu telgraf diğer Kuzey Afrikalı Araplara da yönelik “ortalıkta gözükmeme” tavsiyesi içeriyordu.

1960’larda Fransa’da yaşayan 400 bin Cezayir kökenli Fransızın yarısına yakını Paris ve çevresi kabul edilen Seine-Oise bölgesinde yerleşikti. Onbinlerce Cezayir kökenli insan en basit dolaşma-ulaştırma haklarına getirilen engeli protesto etmek amacıyla Paris varoşlarından akın akın kent merkezine akıyordu. FLN Fransa Federasyonu üye ve yandaşlarına yürüyüşün kesinlikle barışçıl amaçlı olduğunu sopa, demir dahil hiçbir silah taşımamalarını tembihlemişti. Beş koldan Paris’e girecek protestocuların buluşma alanları Etoile Meydanı, St. Michel Meydanı ve Büyük Mağazalar bulvarları nitelenen kentin 3 sinir merkezi olarak tespit edilmişti.

Sayıları 30 ile 40 bin arası değişen, ezici çoğunluğunu Cezayirli göstericilerin oluşturduğu protestocuların büyük bir kısmı yürüyüş yasağına rağmen şehre girmeyi başarmıştı. Böylesine kitlesel bir katılım beklemeyen Frey-Papon ve emirlerindeki tam teçhizatlı 2000 civarında güvenlik gücü FLN ve Cezayirlilere kesin bir ders vermeğe kararlıydı. Radyolardan aktarılan düzmece haberlere göre, Nanterre-La Defense ekseninde yürüyen Cezayirli saldırganlar 10 ile 20 arası polisi öldürmüştü. Sayısal yetersizliğin de etkisi, her türlü şiddet kullanma yetkisi ve intikam dürtüsüyle kışkırtılmış güvenlik güçleri inanılmaz bir ‘katliam’ yapacaktı.

Hocine Hakem ve diğerleri

Resmi terminolojideki sıfatıyla Cezayir Müslümanı Fransız, 18 yaşındaki Hocine Hakem 17 Ekim 1961 günü çok sayıda arkadaşıyla, üyesi olduğu FLN’in çağrısı doğrultusunda düzenlenen protesto yürüyüşüne katılmak üzere yola çıkmıştı. Unlu ürünler fabrikası Milia Frères’de çalışan 18 yaşındaki işçi Hocine dönemin ünlü gecekondu (şimdilerde banliyö) mahallesi Nanterre’deki Göçmen İşçiler Fuayesi’nden (sözüm ona misafirhane) 5-6 kilometre mesafede bulunan Paris’e doğru giderken Neuilly köprüsünden geçmek zorundaydı.

Şans eseri hayatta kaldığını, mucize sonucu Seine nehrine atılmadığını söyleyen Hocine Hakem 50 yıllık sessizliğini François Hollande’ın tarihi açıklaması üzerine bozmağa karar vermişti. Aslında Hocine o günlerin derin acılarını birebir yaşamış yüzbinlerce herhangi bir Cezayirli, Kuzey Afrikalı Arap’tan farklı değildi. “Çoğumuz civardaki üç vardiyalı fabrikalarda işçiydik. Akşamın geç ve sabahın erken saatlerinde işten çıkıyor veya işbaşı ediyorduk. Kâğıt üstünde özel izin alma hakkı olsa da ne bununla uğraşacak vaktimiz, ne de halimiz vardı. Cezayirlilere yapılan bu haksızlık ve ayrımcılık hepimizi isyan ettirmişti. Hakkımızı aramakta kararlıydık.“ Hocine’nin de belirttiği gibi FLN yürüyüşün barışçıl ve insancıl niteliğini vurgulamak için herkesin yürüyüşe aileleri, çoluk-çocuk ve hatta tatil, haftasonu giysileriyle katılmasını istemişti.

“Ama maalesef gelişmeler hiç de düşünüldüğü gibi olmadı. Birlikte yürüdüğüm grubun önü Neuilly Köprüsü’nde kalabalık bir polis topluluğu tarafından kesildi. Güvenlik güçleri vahşi bir sertlikle üzerimize saldırdı. Coplar, kürek sapları yetişmiyormuş gibi karanlıktan istifade ateşli silahlar kullandılar. Bir saate yakın süren çatışma sırasında bir sürü insanı ya köprüden aşağı, Seine nehrine attılar, ya da kamyonlara, otobüslere doldurup götürdüler. Tam bir terördü. Nasıl bir mucizeyse ne bir kurşuna kurban oldum, ne de nehre atıldım! Puteaux komiserliğinden sonra hapishaneler dolu olduğundan götürüldüğüm spor salonunda bir hafta kaldım. Hakaret, dayak, işkence, açlığın üstüne hepimizi ‘terörist’ diye fişleyip bir kısmımızı serbest bıraktılar. Bazılarımız Cezayir’e yollandı, bazılarımız hapse. Serbest kaldıktan sonra yüzlerce Cezayirli’nin 17 Ekim gecesi öldürüldüğünü öğrendim. Bizim fuayenin bazı sakinleri hiçbir zaman geri dönmedi...”

Cezayir 1962’de bağımsızlığını kazandıktan sonra, 1963’te ülkesine dönüp yerleşen Hocine, “Fransızların çoğunluğunun 17 Ekim 1961’den sonraki kayıtsızlığı ve sessizliği beni hiç şaşırtmamıştı. Bizim aklımızda bir tek düşünce vardı, Cezayir’in bağımsızlığına kadar mücadele etmek. Yaşadığımız bütün acı ve baskılar özgürlüğün ödememiz gereken ücretiydi. Bu nedenle ne üzüntü duyuyorum, ne de Fransızlara bir hınç...” Kaldı ki son derece katı bir sansür bilgi ve haber akışını kesinlikle yasaklamıştı.

Bugünkü Fransa ve Cezayir Hesaplaşması

Fransa tarihinin en karanlık yıllarından, Cezayir savaşı dönemi hesaplaşılması gereken, henüz tamamlanmamış bir dönem. Devletin tüm sorumlulukları ve suçlarını tanıması belki daha epey bir zaman alacak. Şu anda önemli olan bu yolda atılan doğru adımların kalıcılığı, gerçeklerin örtülemezliği... Başta aşırı ve muhafazakâr sağ olmak üzere Fransa’nın gerici, milliyetçi güçlerinin tarihin akışını durdurmak, tersine çevirmek çabaları bir kez daha akim kaldı. Bir zamanlar tabu, dokunulmaz olan her gerçeklik gibi 17 Ekim 1961 Katliamı’nda da devletin sorumluluğunun tanınmasını engelleyici, gizleyici çırpınmalar tarihin doğru akışını olsa olsa yavaşlattı, ama asla durduramadı.

Başta komünistler, dürüst aydın ve demokratlar olmak üzere, önce 50’li, 60’lı yıllarda Cezayirlilerin haklı bağımsızlık savaşını sonra da daha yakın zamanlarda, “öteki” (örneğin göçmen) olarak içinde yaşadıkları toplumdaki her türlü insani haklar talebini destekleyen ilerici güçler son gelişmeleri saygı ve memnuniyetle karşıladı. İlk bakışta François Hollande’ın şahsi gözüken bir çıkışıyla somutlanan bu gelişme, gerçekte yarım yüzyıllık bir mücadelenin kaçınılmaz ürünlerinden bir tanesiydi. Artık çoğu tarihçi ve araştırmacının teslim ettiği gibi 17 Ekim’de güvenlik güçlerinin düzenlediği saldırıda sayıları 150 ile 250 arası değişen Cezayirli ya öldürülmüş, ya da bir biçimde ebediyyen kaybedilmişti (!).

Halbuki o tarihte yaşananları kamuoyuna “çatışma, Cezayirli teröristlerin provokasyonu, güvenlik güçlerine saldırı” gibi kılıflarla sunan egemen sömürgeci zihniyetli iktidarın bugünkü uzantıları, suçlarını, suçluluk duygularını örtbas etmek için cumhuriyetçi ve milliyetçi değerlerin arkasına sığınmaya çalışıyor. Dünkü iktidar, şimdiki ana muhalefet partisi UMP Meclis Parti grubu başkanı Christian Jacob, “(17 Ekim 1961 olayları vesilesiyle) Cumhuriyetçi polisimizi, dolayısıyla tüm Cumhuriyetimizi mahkum etmek asla hoşgörülemez... François Hollande Cumhuriyetin sorumluluğunu kabul ettiği andan itibaren, somut olarak Cumhurbaşkanı General de Gaulle ve başbakanı Michel Debré’yi de mi sorumlu tutuyor demektir?” sözleriyle inanılmaz bir ikiyüzlü politikanın sözcülüğüne soyunmaktadır. Zira UMP’cilerin şu sıralar yere göğe sığdıramadıkları manevi liderleri Nicolas Sarkozy 2007’de iktidara geldiğinde De Gaulle’cü gelenek dahil, bütün geçmişle bağlarını koparıp yepyeni “modern” bir devir açmakla övünüyordu! Şimdi tekrardan De Gaulle markasını sahiplenmeye çalışan Fransız sağı bütün dünyadaki muhafazakâr ve gerici siyasetler gibi selâmeti geçmişte aramakta birleşiyor.

1950 ve 60’lı yıllarda yaşananlara, “Cezayir Olayları” yerine ilk kez ancak 1999’da “Savaş” deyimini kullanmak cesaretini gösteren Fransa 2001’de Paris’in sosyalist Belediye Başkanı Betrand Delanoe’nin bir girişimiyle somut bir adım atıyordu. Delanoe St. Michel köprüsünün (Fotoğrafta son 17 Ekim’de Cezayirlilerin düzenlediği tören görülüyor) üstüne 17 Ekim olaylarının 40. Yılı münasebetiyle bir Saygı plaketi yerleştirmiş ve burada her yıl Seine nehrine atılan Cezayirli kurbanların anılmasını sağlamıştı. Dönemin merkez sağ eğilimli Cumhurbaşkanı Jacques Chirac ise 2002 yılında, ‘çevir kazı yanmasın’ misali Cezayir, Fas ve Tunus’ta ölen 23 bin Fransız askerinin anısına Seine nehrinin Branly Kıyısı’nda bir Anıt açmıştı.

Hollande bir yanda bu savaşın Cezayirli kurbanlarının, öte yanda da Fransa’da en basit demokratik haklarını kullanırken öldürülen masum insanların vicdan azabından kısmen kurtulmak cesaretini gösteren ilk Fransız devlet başkanı sıfatıyla tarihi bir önem kazanıyordu. Üstelik cumhurbaşkanının bu konudaki samimiyetine kanıt olarak kişiliğin daha başkan seçilmezden 7 ay önce, partisi tarafından adaylığı tescil edilir edilmez, yani geçen yıl 17 Ekim’de birçok Cezayirlinin Seine nehrine atıldığı Clichy köprüsünün üstüne bir anma ve özür çelengi bırakması gösteriliyordu.

Ancak Hollande yazımızın en başına eklediğimiz kısa açıklamasından da kolayca anlaşılabileceği gibi bir anlamda “kaçak döğüşüyor”du! Zira bu metinde, örneğin katillerin, suçluların kim olduğunu göremiyoruz. Polise, üstündekilere, dönemin iktidarına herhangi bir atıf yok. Veya kurbanların sayısı konusunda tam bir belirsizlik hakim. Evet, “kanlı saldırı”dan söz ediliyor, fakat yürüyüşün “barışçıl amaçlı” olduğuna hiç değinilmemiş. Yine de atılan olumlu adımın önemini, sözgelimi ertesi günkü Cezayir basınında izlemek mümkündü. Aşağıdaki fotoğrafta da görülebileceği gibi, Hollande’ın açıklaması “Fransa dev bir adım attı” veya “Fransa kanlı baskıyı tanıdı” gibi çok açık olumlu ifadelerle Cezayir halkına yansıtılmıştı.

Fransa’da kurulu Bellek Adına isimli Cezayir kökenli derneğin başkanı Samia Messaoudi gelişmeyi şöyle yorumluyor: “Hollande’ın bu jesti bize, büyüklerimize yıllardır beklediğimiz onuru yeniden kazandırmıştır. Açıklamayı 17 Ekim 1961 yürüyüşüne katılmış 90 yaşındaki babama duyurduğum zaman sevincinden ağladı. Haber onun için çocuklarının yaşadığı bir aşağılanmanın sonuydu. Bu jest, konuya duyarlı banliyölü gençlerin ortak yaşama katılmalarından, Cezayir ile uzlaşmayı kolaylaştırmaya kadar çok boyutlu bir yakınlaşmanın, barışmanın yolunu açacaktır. Hatta Cezayir demokrasisine dahi olumlu katkıda bulunacaktır.”

Alain Ruscio, Benjamin Stora, Jean-Luc Einaudi, Raphaelle Branche gibi Cezayir tarihi, Cezayir Savaşı konularının en tanınmış, saygın araştırmacı ve uzmanlarıysa bir saptamada kesinlikle hemfikirler: “François Hollande Fransa-Cezayir ilişkileri, Fransa’nın Cezayir tabularından kurtulması yolunda ilk en önemli ve zorunlu açılımı yapmıştır. Bugüne kadar geçmişte yaşananlar hakkında ‘bilgimiz’ vardı. Şimdi bu bilgiler resmen ‘tanınmıştır’. Ama henüz ‘pişmanlık’ aşamasında değiliz ! Ama henüz Devlet Suçu kavramını kabul etmiş değiliz !”

Paris – 19 Ekim 2012 / [email protected]