Ekonomiyi 'anlamalı' mıyız?

Anladığımı düşündüğüm çok şey var ama bu ekonomiyi galiba “anlamıyorum”. Sadece ekonomist olarak bakarsam anlayamam yani. Misal, masamda John Roemer’in 2001 tarihli Siyasi Rekabet kitabı duruyor şu anda. Partiler, koalisyonlar, seçmenler, tercihler, siyasi ajandalar, belirsizlik, denge… Anlıyor muyum? Tamamen. Yanında da bir optimizasyon kitabı duruyor. Lagrange çarpanları, kısmi diferansiyel denklemler, dinamik programlama… Anlıyor muyum? Kesinlikle, hatta anlatırım da derste. Kütüphanemde tonla uluslararası finans kitabı duruyor. Anlıyor muyum? Şüphesiz. Zaman serileri… Doktora düzeyinin üstünde ekonometri kitapları… Oyun teorisi… Marx’ı matematikselleştirmeyi deneyen kitaplar… Hepsine “evet, tabii, bu kitabın sınav problemlerini bile çözmüştüm” diyebileceğim çok sayıda çalışma. Ama ekonomiyi bu araçlarla anlıyor muyum? Soru işareti.

Gerçek ekonomide ne oluyor? Tekstili beceriyoruz, inşaatı yapıyoruz, doğayı tahrip ederek HES falan oluyor bazı şeyler. Ama bu kadar borç üreten, bu kadar dış açık veren, hane halkını 10 senede gırtlağına kadar borçlu hale getiren bir ekonomiyi insanlar nasıl başarılı görüyor? Kalkınıyor muyuz, gelişiyor muyuz, hatta büyüyor muyuz? 12 yılda sıradan bir gelişmekte olan ülke performansı çıkardık ve karşılığında kamu varlıkları gitti, tasarruflar azaldı, tarım bitti, imalat sanayisinin payı azaldı, borç birikti. Nedir işin sırrı? Sadece algı yönetimi mi?

Eğitimli bir ekonomist –sosyalist olmasına da, Marx okumasına da gerek yok- AKP dönemine bakar ve notunu verir: Ödenen maliyete göre elde edilen sonuç açık bir başarısızlıktır ve bu, “burjuva” bakış açısından da böyledir. Oysa ne büyük sermaye –yeşil veya değil, ne de halkın önemli bir bölümü durumu böyle görüyor. Daha önemlisi: Böyle yaşamıyorlar, onların “gerçeği” bu değil.

İşin sırrı finansallaşmada, kurun eğilim olarak son 12 yılda değerlenmiş olmasında, sosyal harcama ve transferlerin enflasyonun 5 puan kadar üzerinde (her sene) artmasında ve kayıt dışı ekonominin aktarma kayışlarının çalışmasında. Bu topraklarda ticaret hep enformeldir: Örnek 11. Yüzyılın Geniza (Maghreb) tüccarları. Elbette borç olarak gördüğümüz kalemlerin varlık olarak da karşılığı var. Misal, bildiğim bir örnek: 20 yaşında iki lise terk insan son derece sınırlı gelirleriyle, bazı hesaplama taklalarının attırılması sonucunda, 10 yıllık konut kredisi alabildiler. Şimdi “kendi evlerinde” oturuyorlar. 30 yaşına kadar işlerini kaybetmezlerse ev gerçekten kendilerinin olacak. Bu bir ilktir bu ülkede. ABD işçilerinin uyumunun en önemli nedeni de 30 yıllık konut kredileriyle “bağlanmış” olmalarıdır. Mali sermaye biraz da bu demek: Emekçiler çalıştıkları holdingin dükkânından veresiye alırlar, o holdingin bankası onlara 30 yıllık kredi verir, o krediyle de holdingin inşaat şirketinin yaptığı evleri satın alırlar. Yarı gerçek, yarı yanılsamadır ama bir “refah etkisi” yaratır.

Bu hikâyenin dayandığı anahtar kelime “istikrardır”. Ama istikrar için ekonominin çarkının sürekli dönmesi, dış açıkların sürekli bir yerlerden döviz bulunarak –sadece sıcak para değil, ödemeler dengesindeki net hata ve noksan kalemi- kapatılması, kurun değerli kalarak ithal ürünlerin tüketimini olanaklı kılması gerekir. Hikâyenin sürmesi için sürekli döviz kaynağı yaratmak şart çünkü ABD gibi dolar basmıyoruz. Bu da bizi “ekonomiyi neden anlamıyoruz?” sorusuna getiriyor.

Bu modelin sürmesi –inşaat, arazi rantı, kentsel dönüşüm, enerji, özelleştirme, taşeronlaştırma- petrol veya benzeri bir kaynağı gerektiriyor. Bir dinci diktatörlük de bunu gerektirir. Yoksa yapamazsınız. Bakınız İran, bakınız Arabistan. Aksi takdirde eğitimi modernleştirmek, yarı-eğitimli işgücü arzını artırmak, kadınların işgücüne katılımını özendirmek, KOBİ’lerin büyüklüğünü artırmak ve teknolojiye yatırım yapmak, ürün geliştirmek vb işlere soyunmak kaçınılmaz olur. Bunları yapmaktan kaçıldığına göre, tek çözüm kalıyor. Güvenilen şey dış açığı –tüm sorunların biriktiği yer, cari açık- ya gökten düşecek üç elmayla, ya da yerden fışkıracak petrolle, petrol ticaretinden alınacak payla- kapatmayı hayal etmek olmalı.

Bu da bizi Orta Doğu’nun yeniden tasarımına, 1916 tarihli Sykes-Picot-Sazanov anlaşmasına, Kürt meselesine ve AKP’nin “çözüm” dediği ham hayale götürüyor. Ekonomiyi “anlayacaksak” böyle anlayacağız.