Avrupa’da solun açmazları: 20. Yüzyılın kısa hikayesi

Avrupa işçi hareketinin tarihi saf bir fikir, proje, temsil ve çıkar peşinde koşan siyasi partilerin kendilerini bir dilemmaya soktuklarını gösteriyor. Seçime dayalı sosyalizm her şeyden önce seçim başarıları elde etmek ve, bunu yaparken, işçi sınıfının farklılaşarak temsiline ve farklı kesimlerinin farklı kazanımlar elde etmesine aracılık etmek zorundaydı. Sosyalizm talebinin işçi sınıfının bütünü açısından aciliyetinin giderek azaldığı bir patikaya böylece girilirken, işçi partileri (sosyalist ve komünist) zaten bu yönde ilerleyen bir dinamiğin bizzat taşıyıcıları haline geliyorlar ve, seçim başarıları elde ettikçe, sosyalizm perspektifinden giderek uzaklaşan bir sınıfın hem temsilcisi, hem yaratıcısı oluyorlardı. Burada bir geri besleme söz konusudur. Ayrıca işçi sınıfları asla toplumun kabaca 1/3'ünü aşan bir nüfusa ulaşamadıkları için, sadece sınıf aidiyetine dayalı bir seçim davranışının ortaya çıktığı varsayılsa bile, %51'i bulmak isteyen işçi partilerinin diğer sınıflara da hitap etmeleri zorunluluğu doğuyordu. En abartılı ölçümlerle bile, kentlileşmiş ve sanayileşmiş İskandinavya’da dahi geniş tanımlı işçi sınıfının nüfusa oranı tepe noktasında %40’ın altında kaldı.

Hem bu yüzden, hem de işçi sınıfının kazanımları bu sınıfı radikallikten uzaklaştırdığı için, işçi partileri "ideolojik reformizm" yoluna da girdiler ve girerken işçi sınıfındaki reformist eğilimleri konsolide ederek güçlendirdiler. Öte yandan başlangıçtaki vizyon, yâni bir kuşak içinde doğrusal olarak artarak sol partiyi tek başına iktidara taşıyacak seçim başarıları vizyonu, bir noktaya gelip söndü. Aslında seçimle gelerek topluma topyekun bir sosyal projeyi kabul ettirme vizyonu zaten sadece çok çabuk bir seçim başarısı halinde tahayyül edilebilirdi. Bu öyle bir vizyondu ki, vizyonun başarısı o vizyona yol açan dayanakların ortadan kalkmasıyla el ele gittiği için, gerçekleşmesiyle yok olması adeta eş anlı olmalıydı. İşçi sınıfının çeşitli parçalarının eşitsiz olarak temellük ettiği kazanımlar bu sınıfın topyekun bir sosyalist vizyon taşıyıcısı olmasını yavaş yavaş engellerken, bu sınıfın oylarının tek başına çoğunluk kazanmak için yetmemesi de orta sınıflara uzanmayı zorunlu kılıyordu. Süreç uzadıkça kazanımlar işçi hareketinin düzen içinde konsolide olmasını ve ideolojik olarak yumuşamasını zorunlu kıldı. Elbette Batı Avrupa işçi sınıfları açısından bu kazanımları (kısmen) olanaklı kılan olgu emperyalizm idi. Bu kazanımları temellük etmek zımnen veya açıkça emperyalizmi içine sindirmeyi gerektiriyordu. Zamanla bu da oldu.

Seçime dayalı sosyalizmi benimseyen partiler orta sınıflara açılmayı da tam olarak başaramadılar. İşçi sınıfına sınıfsal aidiyete yönelik bir propagandayla gitmekten kısmen vazgeçerek orta sınıflara “kitleler”, “yığınlar”, “çalışan sınıflar” retoriğiyle ulaşmaya çalıştıkları ölçüde sınıf aidiyetinin önemini bizzat kendileri azalttılar. Öte yandan, işçi sınıfının özgül partisi olmaktan vazgeçtikleri ölçüde bu sınıfın desteğini de yitirmeye başladılar. İşçi sınıfının desteğini yitirmekten korktukları için –bu bir siyasi kimlik kaybı sorunuydu- bu yöndeki gelişmelere aşırı duyarlı oldular ve orta sınıflara doğru “fazla açıldıklarını” hissettikleri anda tekrar sınıf vurgusuna geri dönmeye çalıştılar. Bu yüzden Avrupa’da işçi hareketinin siyasi tarihi küçük burjuvaziyle işçi sınıfı arasında bitmek bilmeyen bir salınımla, aidiyet ve hitabet probleminin tezahürleriyle doludur.

Bu tam olarak bir radikallik sorunu da değildir: İşçi sınıfının reformist bir çemberde konsolide olması ölçüsünde “saf” bir sınıf partisi olmak sınıfın korporatist çıkarlarını savunmaktan öteye götüremezdi. Orta sınıflara hitap etmeye çalışıldıkça işçi sınıfının korporatist taleplere dayalı desteği yitirildi ve bizzat sınıf ayrımının ayırt edici önemi azalmaya yüz tuttu. İşçi sınıfına münhasıran tekabül edilmeye çalışıldıkça da seçim kazanma şansı azaldı ve yeniden orta sınıflara açılma ihtiyacı doğdu. Bu dilemma demokratik hakların kazanılmaya başlandığı ilk günlerden itibaren önderlerin önüne çıktı ve sorunla yüz yüze gelindi. Ancak yaklaşık yüz yıllık bir süre boyunca, dilemmadan çıkılamadı.

Kısa süren bazı kalkışmalar dışında Avrupa’da 1890-1990 arası sosyalist ve komünist partilerin seçime dayalı mücadelelerinin ve seçim kazanmaya yönelik stratejilerinin tarihidir. Bu stratejilerin tümü başarısız olmuş ve Avrupa’da sosyalizm fikri bazı hakların korunması için gevşek bir savunma hattı örmeye indirgenmiştir. Faşizme karşı direnişin gurur verici destanı bu sonucu değiştirmemiş, hatta daha 1946 yılından itibaren daha da belirginleştirmiştir.

Türkiye’nin sosyalist solun ve işçi sınıfının Avrupa’nın yukarıda değinilen dilemmalarıyla gerçek bir ilgisi, ilişkisi, denkliği hiç varolmadı: Böyle bir konu zaten tarihi olarak mevcut değildi. Dolayısıyla bu konuda anılar ve acılar dışında pek bir şey söylenemez. Burası başka bir diyar. Ve bu diyarın şu anda bambaşka sorunları ve öncelikleri var.

Şimdi, örneğin CHP’de samimiyetle “açılmalıyız, sadece sahillerin partisi olmamalıyız” diyen ve bazı sosyal teori parçaları okumuş kişiler varsa, yanılıyorlar. Durum yukarıdaki gibi dahi değil çünkü, ve yukarıda anlatılan hikayede bile, aktörlerin belirgin biçimde dar (ekonomist) sınıf bilincine sahip olmalarına rağmen, açmazlardan kurtulunabilmiş değil.

Teşbihte hata olmaz: Önce bir “yerin” olacak, sonra o “yerde” sabit durmayı becereceksin, “açılmayı” sonra düşüneceksin –ki muhtemelen “açılmanın” sonucu beklediğin gibi olmayacak.