Yeni Türkiye, nereye?

İçeride olmak bazen körleştiriyor.

Sanırım 2007 ya da 2008’di. Avrupalı bir arkadaşım “Turkey is booming” demişti, giriş yaptığı havaalanlarından ülkemize bakarak. O aralar gerçekten de öyle bir hava vardı, dışarıda. Herkes ama herkes, haftalık dergisinden haber bültenlerine, patlayan bir Türkiye’den bahsediyordu.

“Boom” yani patlayan derken, sosyal ve de ekonomik anlamda hızla değişen, şartları, koşulları gelişen, gündelik hayatı iyileşen, yolları, ulaşımı akıl almaz bir hızla düzelen bir ülkeden bahsediyorlardı. Ekonomiden oldukça iyi anlayan arkadaşım, bir Avrupa’daki durgunluğa bir de Türkiye’deki canlanmaya bakıyordu ve heyecan duyuyordu.

Onun heyecanını anlayamadığımı ve kendi kötümserliğimi de anlatamadığımı çok iyi hatırlıyorum. Her ne anlatırsam vızır vızır işleyen uçaklara, üç şeritli yollara, yükselen refaha ve de alışveriş merkezlerine döşenen mermerlere çakılıp kalıyordu. Arkadaşım ise öyle “burjuva hayatı” özlemleri içinde yanıp tutuşan birisi değildi; yerine göre sosyalist bile sayılabilirdi. Ama Türkiye’deki değişimden etkileniyordu. Fatih Akın’ın İstanbul’un underground sesini oralara taşıdığı yıllardı. Mesela Orhan Gencebay da o karenin içine sığabiliyordu. Herkesi tek bir karede buluşturan, öylesi bir hoşnutluk vardı ortalıkta.

Başkaları da vardı heyecanlanan.

Çok iyi hatırlıyorum; bizim buralardan, hasbelkader solcu, hatta sosyalist; kentli, iyi eğitimli, eli yüzü düzgün; kitaba, bilgiye, iyi, güzel ve insani olana düşkün bir arkadaşım “Ne olmuş yani; bir kere de bir halk çocuğu çıksın ve yapıversin anayasayı” demişti, o meşhur 2010 referandumunda. Ne anlattıysam, kâfi olmamıştı. Aşılmaz bir duvar gelip oturmuştu aramıza.

Onların gördüğü Türkiye’yi göremiyordum. Onlar da benim gördüklerimi, en iyi ihtimalle “ortodoks” ama büyük ihtimalle “hep aynı terane” minvalinde değerlendiriyorlardı. Ben tutucuydum, onlar ise “progressive”.

Sonrası malum! Kaygı aldı başını yürüdü. Bir zamanlar, her baktıkları yerde patlayan bir Türkiye görenler hakikaten de patlayan bir Türkiye görmeye başladılar.

Açıkçası garip bir his; uluslararası toplantılarda, bir on yıl kadar önce, size ülkenizi parlatanlardan şimdilerde endişe dolu “Oralarda durumlar nasıl?” sorularını duymak.

Bir yandan “iyi” hissediyorsunuz kendinizi; sanki durumunuz dışarıdan da anlaşılabiliyormuş gibi geliyor; hatta bir anlığına anlaşılıyormuşsunuz gibi düşünüyorsunuz: “Hah ya, biz neler çekiyorduk da ben bir türlü anlatamıyordum, bak nasıl da anladınız” der gibi oluyorsunuz.

Ama bir yandan da öfkeleniyorsunuz: “Göz göre göre geldi, göz göre göre oldu bitti her şey ve sizler de pek bir memnundunuz!” diye. Yine de “evet ya, sorma” diye geçiştiriyorsunuz. Ve aslında karşılaştığınız sorunun ve de verdiğiniz “yuvarlak” yanıtın ne kadar da aldatıcı olduğunu biliyorsunuz.

Belki doğru bir tabir olmayacak ama verdiğiniz yuvarlak yanıtla siz de “modern dünyanın” parçası oluveriyorsunuz. İşte o modern dünyada her şeyin tedbiri alınmıştır oysa. Sürprizlere yer yoktur. Diktatörler oralara uğramaz, ya da onlar zaten çoktan “işleri uçlara götürmemeyi” öğrenmişlerdir. Onlar, en fazla endişelenirler. Modern dünya en fazla endişelenir, üzülür.

Batı kamuoyu ve ülkemizin tedirgin modern insanları da Aylan Kurdi’ye üzüldükleri gibi üzülüyorlar Türkiye’ye. Çaresizlikle üzülüyorlar. Patlayan her bombada, faşizmi andıran her çıkışta, söylenen her tuhaf lafta çaresizlikle üzülüyorlar; üzülüyoruz… Hâlbuki biraz farklı bakmak gerekiyor. Belki de yamuk bakmak gerekiyor. Çıkışı görmek için.

Aklıma Stanley Kubrick’in Gözleri Tamamen Kapalı filmi geliyor yine.

Batı dünyasının ve günümüz kentli ortalama insanının dünyası, dünyamız, çatışmadan kaçmak üzerine kurulu. Çatışma yokmuş gibi yaşayabildiğimiz her an, yanımıza kâr kalıyor. Çatışma derken bunu bir tek toplumsal düzeyde anlamayın; iç dünyamızdaki çatışmalardan da kaçıyoruz. Yokmuş gibi yaşamaya çalışıyoruz. Hatta tüm bir hayatımız çatışmasızlığın rivayeti üzerine kurulu.

Sonra esaret kolay oluyor zaten. Sora gönüllü bir tutsaklık başlıyor. Kubrick’in filmindeki gibi: içinde olduğumuz duruma dair sanki büyülü bir tutulma yaşıyoruz.

Yıllar önce “patlayan” Türkiye görüntüsü bir tutulmaydı; işlerin yolunda gittiğine dair emareler arayanlar için. Şimdi de ahlarla, vahlarla karşılanan Türkiye, bir tutulma.

Ne için? Çatışmadan kaçmak için.

Hâlbuki her çatışma, çözülmemiş her dert, kuytuda demlenen bir enerji de barındırır içinde; değişim için, değişmek için. Kaçılmayan, yan yollara sapılmayan, kısa devre yapılmayan her çatışma değişim için bir kapı da aralar.

Ve değişimin köktenciliği, çatışmanın derinliğine göre değişir. Reform da çıkabilir, restorasyon da, uzlaşı da… Ya da kıyametvari bir an çalabilir kapınızı.

İşte yeni Türkiye’nin nereye gittiği, çaresizliğe üzülenlere değil de toplumun çıkış arayan kesimlerinin önünden değişimi kaçırmaya çalışanlarla çatışmanın derinliğini görenlere kalmış durumda. Büyük tedbirler ya da uzlaşılar devreye girmezse.