Yayın yapmak şart mı?

Hangi yayın derseniz akademik yayından bahsediyorum. Biliyorsunuz, hafta içinde “akademik yayın” konusu rektörler özelinde hızlıca tartışıldı, yuhalandı ve sonra da çok üzerinde durulmadan geçti, gitti. Konu derken tabii ki rektörlerin yayın yapması (ya da yapmaması) ve bir de üstüne rektörlerin yaptıkları yayınların atıf alması (ya da almaması) meselesini kastediyorum.

Rektörlerin “bilimsel” yayınları, PISA sonuçlarının tartışıldığı “Teke Tek Bilim” programında gündeme gelmiş. 8 Aralık’ta. Türkiye’de eğitimin “kalitesinin” düşüp düşmediği tartışılırken “bilimsel bilginin” en başındakilerle ilgili bazı “çarpıcı” rakamlar açıklanmış. Çarpıcı rakamları Akdeniz Üniversitesi’nden Prof. Dr. Engin Karadağ dile getirmiş ama sosyal medyada bolca paylaşılan kareden anlıyoruz ki profesör bu bilgiyi “ÜniAr direktörü” unvanını da kullanarak açıklamış. “ÜniAr” ise “Üniversite Araştırmaları Laboratuarı” isimli ve “kimseden finansal destek almadığını” daha ilk baştan belirtme gereği duyan bir kuruluş(muş). “Çarpıcı” verileriyle biliniyor(muş). İşte üniversite memnuniyeti, sıralaması gibi.

Üniversite rektörlerinin yayınlarıyla ilgili veriler daha program bitmeden oldukça ses getirdi. Ve hızlıca önce sosyal medyada paylaşıldı, sonra da basına yansıdı. Bu verilere göre üniversitelerde rektör olarak görev yapan akademisyenlerden (ki sanırım tamamı “profesör” unvanı taşıyor) 68’inin uluslararası dizinlere (“Web of Science” [Bilim Ağı] gibi bilimsel taramalar) giren yayın sayı “0” yani yazıyla “sıfır”. Evet! Oldukça çarpıcı.

Bu sayı, bu tür dizinlere girmeyen yayınlarını kapsamıyor. Yani rektörler başka dizinlerde “uluslararası” yayın yapmış olabilirler. Ya da sadece yerli dizinlere giren yayınlar yapmış olabilirler. Burada bir de kısa bir hatırlatma yapmak gerekiyor: “Yayın” olarak genellikle “bilimsel makale” kastediliyor ve bu makale araştırma sonuçlarının yayınlandığı bir yayın olmak zorunda değil. Yani mektup, olgu sunumu, gözden geçirme, derleme de olabilir. Kitaplar, kitap bölümleri, raporlar, bültenler ise “yayın” olarak pek sayılmıyor.

Ayrıca akademisyen söz konusu yayında ilk isim olarak yer almak zorunda da değil. Günümüzde artan biçimde görüldüğü gibi, örneğin 500 isimli bir makalenin 478. ismi olarak da yer alabilir o “çok” atıf alan makalede. Ya da sırf o bölümde “akademisyen” olduğu için makalede adı geçebilir. Akademide bunlar “sıradan” haller.

Öte yandan Prof. Karadağ’ın açıkladığı rakamlara göre makalesi uluslararası dizinlerde yer alan 71 rektörün yayınlarına ise bugüne kadar “hiç” atıf yapılmamış. Yani Türkiye’den ya da dünyadaki bir başka üniversiteden bir başka araştırmacı, bir başka akademisyen, bir başka yayında söz konusu makalenin bilgisini kullanmamış. Sıfır artı sıfır, elde var sıfır olmuş yani.

Tabii ki bu rakamlar tam da PISA sonuçlarının üstüne gelince geniş bir kesim tarafından Türkiye üniversitelerinin, eğitim sisteminin “halini” yansıttığı düşünüldü. Ve haklı olarak da çokça paylaşıldı, konuşuldu ve yeniden, yeniden haberleştirildi. Doğrudur, Türkiye “bilimde” de “iyi” değil. Deve ve boyun diyalektiği burada da geçerli.

Gerçi daha sonra yukarıdaki “çarpıcı” verilerin “eksik” olduğuna dair itirazlar yükseldi. Türkiye’de rektörlerin ve akademisyenlerin yayınlarını gerekli dizinlere girmediği ve bu nedenle sayının düşük göründüğü dile getirildi. Olabilir! Keza bazı haber kaynakları verileri sonradan düzelttiler ve böylece yayını olmayan rektör sayısı 68’den 36’ya indi. İçimize su serpildi.

Tartışma böyle sürüp gitti diyeceğim ama konu fazla tartışılmadan kapandı, daha doğrusu hır gür içinde verilere ve Türkiye’de üniversitelerin durumuna hızlıca “yeterlilik” verildi. Ama üniversitelere (ve Türkiye’de bilim üretimine) dair temel bazı meseleleri tartışılmadan geçilmiş oldu. Daha doğrusu bu konuda da “muhalefet” muhalifliğiyle muhalif olduğu konunun özünü örtmeyi başardı.

Yayın sayısı, atıf, h-indeksi, kabul edilen ve yürütülen proje sayısı, alınan patent sayısı… Günümüzde üniversitelerin ve akademisyenlerin değerlendirilme kriterleri böyle sürüp gidiyor. Ama üniversiteleri, rektörler de dâhil akademisyenleri ve bilimsel üretimi bu çerçevede tartışmak esas meselenin konuşulmamasını sağlıyor. Yani üniversitelerin kapitalizmin ihtiyaçları doğrultusunda dönüşümünü ve sermaye tarafından talan edilişini.

Üniversitelerin ne olduğuna, tarihine, rektörlerin farklı ülkelerde ve dönemlerde nasıl belirlendiğine girmeyeceğim. Bu konuda önemli bir kaynak olarak Prof. Dr. İzge Günal’ın “50 Soruda Üniversite” kitabına bakılabilir. Ama yayın baskısı ve yayın eleştirisinin ardında sıkı bir muhalefetin değil liberal bir aklın yattığını düşünüyorum. Ve bu akıl nedeniyle siyasi iktidar topa tutulurken üniversitelerin sermayeye teslim edilişinin görmezden gelindiğini, bu konuda derin bir sessizlik olduğunu düşünüyorum. Rektörlerin yayın sayısına dair tartışmaları da bu çerçeve belirledi.

Bu nedenle “Yayın yapmak şart mı?” diye sordum yazının başında. Evet, bilimsel araştırma yapmak akademisyenliğin önemli bir parçası. Gözlemlemek, düşünmek, sormak, araştırmak, bulguları bilgiye çevirmek ve yayınlamak önemli. Yazmadan, düşünmeden, kafa yormadan akademisyen olunamaz. Ama akademisyenlik sadece bunlardan ibaret de değil.

Daha önce de değinmiştim: Nice önemli akademisyen var ki yayınlarından, araştırmalarından çok topluma kazandırdıkları ile varlar. Ama bugün tartışılan başka bir şey: Amerikan tipi üniversite anlayışından yayılan “yayının kadar konuş” yaklaşımı.

Rektörlerin yayın profili kötü olabilir ama istediğimiz, aradığımız bu mudur? Amerikan listelerine giren üniversiteler ve akademisyenler midir? Emin olun ki o tür akademisyenlerin çoğunluğu bu ülkenin, bu coğrafyanın yaşayacağı ilk krizde buralardan gitmenin, kendi gemisini kurtarmanın yolunu arayacaktır. Ve hatta belki de arıyordur: Türkiye üniversitelerinde kamudan özele geçiş grafiklerini, trafiğini takip edin derim.

Öte yandan rektörlüğün idari ve makamsal bir göreve indirgendiğini ve bu haliyle fazla öne çıkarıldığını da unutmamak gerekiyor. Hatta akademisyenliğin bile fazla ayrıcalıklı bir kesim olarak gösterildiğini de. Örneğin insanlık hem üretim sürecinin içinde (örneğin bir fabrikada, tarlada, hastanede) bizzat çalışan olarak yer alan hem araştırma yapan hem de ayrıcalıkları olmayan bir akademisyen çeşidini, üniversite biçimini de deneyimledi. Sosyalizmde üniversiteler bu tür bir çalışma biçimine sahipti. Ve bilimsel çalışma özerk değil genel bir yapıya sahipti. Yani laboratuvarınıza, odanıza, kürsünüze, makamınıza kapanmadan bilim yapıyordunuz ve kimse de sizi sadece yayınlarınızla değerlendiremiyordu.

Bu nedenle soruyorum: Yayın hakikaten şart mı? Üniversitede, bilimde meselemiz yayın mı? Yoksa…