Sanki

Bazen ciddi ciddi şüpheye düşüyorum. Hani işler kötüye gitmiyor da biz mi abartıyoruz diye? Mesela diyorum kendime kendime, yoksulluk eski yoksulluk değil. Hatta çok değil, şurada bir kaç on yıl öncesiyle kıyaslarsak bile, bolluk içinde olduğumuz aşikar. Ayan beyan, daha bir rahat içindeyiz.

Yine de şüpheleniyorum işte. İllet bir hastalığa yakalanmış gibi.

Soruyorum, kendi kendime. Şiddet aslında artmadı da görünür hale mi geldi ki diye! Sanal ortam, kameralar, dijital kayıt ve seri erişim kolaylığı falan sayesinde...

“Yani,” diyorum, “eskiden de kocaman adamlar çocukları alıp yere çalıyordur, çarpıyordur da biz görmüyormuşuzdur. Ne olacak ki?”

Ne yani, emanet çocuğun kafasını kesip elinde dolaşan anne, hani kadın denince akla ilk gelen anne, hiç olmamış mıdır ki diyorum, geçmişte. Başkasının acıları için başkasını acıtan, kanatan, kurutan hiç mi olmamıştır şu dünyada? “Ne var ki!” diyorum

Hani Haçlıların falan yanında… Ne ki!

Hatta diyorum ki eskiden de, bildiğiniz nezih, şehirli, etekleri edep ve haya ile uçuşan kadınlar ölümün eşiğindeki insanlara “Atla!” diye tezahüratta bulunuyormuştur da biz duymuyormuşuzdur. Kesin!

“Evet, evet!” diyorum, kendi kendime. Eskiden de topraktan, bodrumdan çocuk kemikleri çıkıyormuştur. Ne olacak ki? Kemik dediğin her yerde değil midir ki? O zamanlar da kemik yok muydu ki!

“Yok canım!” diyorum, o kadar da kötüye gitmiyoruz. Eskiden de onca yıllık arkadaşım arayıp "Bizim için bitmiştir. Başka ülkelerde iş bakıyoruz. Bulur bulmaz gideceğiz!" diyormuştur da ben hatırlamıyormuşumdur.

Sonra, “Seçiyorlar!” diyorum. “Seçiyoruz!” diyorum. Kendi kendime. Kötü haberleri, uğursuz havadisleri kendimiz gidiyor buluyoruz. Mesela, durup hayata bakıyorum, duru... Dupduru. Serin bir bayram sabahı gibi... “Nasıl da yanıltıyoruz kendimizi!” diyorum, kendi kendime.

Böyle böyle düşündükçe “Yahu,” diyorum, “her şeye böyle kötü kötü bakmaya nasıl da alışmışız?” diyorum artık.

“Mesela,” diyorum, “savaşlar hep oldu, bitti.” Şu İzmir çukuruyla Selanik, kaç kez acılara ev sahipliği yaptı; buradan oralara, oradan buralara savruldu insanlar. Savruldular da şimdi hatırlayan var mı? Hem haftada üç feribot seferi de başlayacakmış. Kim hatırlıyor ki şimdi şu körfezi dolduran gariban mübadilleri!

“Tarih,” diyorum kendi kendime, “bir tek acılarla tarih olmuyor ki!” Biz tarihi öyle görüyoruz.

“Evet ya!” diyorum. “Evet, ne tarih kötü ne de bizim buralar berbat.” Bir rahatlık geliyor içime, böyle düşündükçe. Şöyle, ferah bir nefes çekiyorum içime. Zaten anlaşmaya da varılmış. Bir içeri, bir dışarı...

“Ne yani?” diyorum, Persliler geldiğinde, Moğollar buraları dümdüz ettiğinde de bir içeri bir dışarı gidip gelinmemiş midir? Ne olmuş ki! Aha, şimdi buradayız ve hiç bir şey hatırlamıyoruz. Sonra da bedbaht bir halde etrafımıza bakınıyoruz. Ne gerek var!

“Hah ya!” diyorum, aynen öyle olmuştur da biz şimdi sanki hiç öyle kötü şeyler olmamıştır gibi düşünüyoruzdur. Yoksa şu Ege Denizi kaç çocuğu saklamıştır da içinde, vermemiştir geri.

“Ohooooo..” diye düşünüyorum artık. Kim bilir ne fenalıklar, ne ölçüsüzlükler olmuştur da geçmişte biz unutmuşuzdur. Amannn… Ne olacak ki? Gider geliriz işte öyle...

“Mesela,” diyorum kendi kendime. İkinci Cihan Harbi ne fenaymış mesela! Haneke geliyor aklıma. Ne güzel de anlatmıştı "Das Weisse Band"da... Kötülüğün sıradanlığını, gündelikliğini… Beyaz bir bant gibi geçiyor aslında hayat gözümüzün önünden…

“İyi de,” diyorum, “tam Haneke'yi düşünürken Stalin de nereden geldi aklıma!” Hayıflanıyorum.

Hayıflanıyorum; çünkü, tam da öyle oluyor, İkinci Cihan Harbi denince… Hatta daha geçen gün okudum ecnebi gazetesinde, 94 yaşında bir gardiyanı hapse attırmak için uğraşıyordu Auschwitz'ten kurtulanlar. Hâlâ!

İşte oradan aklıma geliyor, nanik yapan fotoğrafı Stalin'in. Avcunuzu yalarsınız der gibi.. Yine de, ne olur ne olmaz diyerekten, fotoğrafını aklımdan kaldırıp hemen özür diliyorum cümle alemden.

Ama bir de aklıma ne geliyor, o sırada biliyor musunuz? Akıl işte, durmuyor ki...

Şimdi, Kızılordu Auschwitz'e girmişti ya, ne kötü günlermiş mesela o günler. İşte o günlerde mesela, Alman askerleri kendilerine dövme yaparmış, yaktıkları Yahudilere ait numaraları işlerlermiş kollarına. Yahudi olarak kurtarılmak için o cehennemden. Sonra bunların bir kısmı ciddi ciddi İsrail'e de göç etmiş. Yıllarca yaşamışlar, ta ki bunayıncaya kadar. Ta ki neyin ne olduğunu, kimin kim olduğunu unutuncaya kadar. İşler yıllar yıllar sonra karışmış da… Nasıl bir fenalık!

“Dünya işte,” diyorum, “böyle garip bir yer. Dünya bu kadar!” diyorum. Bu kadar...

Hah işte! Diyorum ki “Tarih, geçmiş, evveliyat ne fena!” Ve tabii ki sonra ciddi ciddi şüpheye düşüyorum. Şimdi, hani işler kötüye gitmiyor da biz mi abartıyoruz diye?

Ama tam o sırada, elde değil işte, lanet olsun! Bir bungunluk geliyor, oturuyor içime.

“Evet ya,” diyorum, “evet bir şeyler var usulda bekleyen.” Tetikte yaşayan. Tedirgin, ürkek ama ansızın bir infilaka da gebe. Sanki...

Sanki...