Patilerine ve öfkemize dair

Önceki gece, dört bir yandan yayılınca küçük yavrunun fotoğrafları, aklıma düştü, ne gördüğümüz o fotoğrafta.

Birçok insan, belki milyonlarca insan, karşılaştıkları şiddetin şiddetiyle, sanırım bazı sorular sordular kendilerine. Mesela “Bizim de patilerimizi kesip yol kenarına bırakırlar mı?” dediler farkında olarak ve olmayarak. Ya da “belki de çoktan bırakıldık mı?” diye sordular.

Evet, kimse açıktan dile getirmedi ama o karelerde gördüğümüz şiddet ve çaresizlik, sanırım dile getirilmeyen, bilince bile çıkmayan böylesi sorularda, endişelerde buluyordu karşılığını. 

Zaten olan bitene dair hızlıca benzer bir film aktı muhtemelen zihnimizde: Erkek, genç yaşlarında ve insani olan her şeye karşı acımasızlık içindeki insanların işiydi bu. Başkalarının acılarından haz alan birileri… Neler olup bittiği bilinmeden, bilinemeden, böylesi bir film geçti milyonlarca insanın zihninden.

Sonra “biçerdöver olabilir” denilince de ister istemez yankılandı zihnimde: Ne kadar çok biçildik ne kadar çok dövüldük. Hem de kaç kere!

*

Aslında tesadüf değil. Daha önce de yazmıştım bu köşede: düzenin kiri, kendisini en çok çocukların, kadınların ve doğanın üstünde gösteriyor diye. Hızını alamayan ve dere, tepe, orman, insan demeden önüne geleni yıkıp geçen bir düzen, telef olan bir iki hayvanın yasını mı tutacak ki!

Türkiye kapitalizminin hızıyla her gün bilmem kaç kişi telef oluyorsa eğer onu onla, yüzle, binle çarpmak lazım, telef olan börtü, böcek, kurt ve kuşu hesaplamak için.

Yani bizim küçük yavru, muhtemelen bir istisna değildi. Hiç yaşanmamış bir şeyin ilk kez yaşanması da değildi. Hayvanlara, özelikle sokak hayvanlarına yapılan işkence, bir tür “ergen sporu” olarak bile görülebiliyor bazı yerlerde. 

Yani, bir bakıma sıradan bir hadiseydi, geçen akşam bizlere ulaşan. İnsan kalmakta çaba harcayan, bunun için inat eden birkaç kişi olmasaydı gözümüzün önüne bile gelmeyecekti. Öylece olup bitecekti.

Ama öte yandan boşuna içimize işlemedi o yavrunun kötürümleştirilmiş bedeni ve çaresiz bakışları. Muhtemelen kendimizden de bir şey gördük o bakışlarda. Muhtemelen kendi sıkışmışlığımızı da gördük. Sahipsizliğimizi, çaresizliğimizi, endişelerimizi. Ve korkularımızı.

*

Eh, kimse haksız da sayılmaz, endişelenmekte, korkmakta bu topraklarda. Uyandığımız her sabahın ayrı bir acı hikâyesi var ne de olsa. Bir sabah Özgecan oluyor gün, öbür gün Berkin. Eren çıkıp geliyor yeşilliklerin içinden ve Ceylan geçiyor koşturarak önümüzden. 

Ve mesela unutmak mümkün değil, Aylan Kurdi’yi.

*

Kaç fotoğraf var, kaç hikâye var böyle; zihnimizde, içimizde, bizimle her gün yaşayan; bir yerlerden aklımıza yeniden ve yeniden fırlayan.

Ve seçimler yaklaştıkça birçok insanın da zihninde aynı soru: “Kaybedersek bizim başımıza kim bilir neler gelecek?

“Biz” bazen koca bir ülke oluyor, bazen yakın hissettiğimiz değerler, bazen sevdiklerimiz ve çoğu zaman da kendimiz oluyor. Ve dolaşıyor bu soru kafalarda. Boşuna değil!

“Biz” dediğimiz koca bir geçmişimiz aslında. Unuttuğumuz, unutmadığımız; hatırladığımız ve de çoktan gömüp “kurtulduğumuz.”

Uzun bir tarihi var, bu topraklarda kaybetmenin ve kaybolmanın. Ve tabii ki kayıpların ardından hesabını bile tutamamanın. Uzun, upuzun bir tarih.

Uzun tarihlerin de acısı uzun oluyor. Kuşaktan kuşağa aktarılıyor. 

Ve dönüp dolaşıp sizi buluyor. Bir yavru köpeğin bakışlarında, ayaklarından, ellerinden yoksun bırakılmışlığında.

*

Tarih uzun olunca, insan ister istemez kısaltmaya çalışıyor, varmak istediği, çıkmak istediği havadar, huzurlu yeri.

Kötü bir şey değil bu. Kötü bir şey değil, bir an önce varmaya çalışmak kurtuluşa. 

Ama insan türlü oyunlar oynuyor kendine, kısaltmak için bu uzun tarihi ve azaltmak için çektiği acıları. Mesela sanıyor ki tarih, bir tek bu coğrafyada uzun ve acılı. Biricikleştiriyor kendini insan. Kendi acısını azaltmak için, başka acıları, başka uzun tarihleri yok sanıyor. Biricikleşen acılı tarih, bu sefer de acı çekeni yalnızlaştırıyor. Ve öyle olunca daha da bir yapışıyor insanın üstüne o uzun tarih. Kurtulmak için girilen yol, o uzun tarihin daha çok parçası olmakla sonuçlanıyor.

Ve insan kısaltmak için acısını gözüne tutulan her ışığı çıkış sanıyor. Birileri getiriyor kör lambayı, tutuyor gözümüze ve  “gel bak, çıkış buradan” diyor. Ve düşüyoruz kör lambanın ardına. Böylece başlıyoruz, başka bir uzun tarihi yaşamaya.

*

“Adı Berkin olsun” demiş birileri, kaybettiğimiz küçük yavru için. Çok da manidar. Berkin de benzer bir duygu uyandırmıştı hepimizde. Öfke ve korku.

Korku böyle… Haklı ama çıkışa bir türlü götürmüyor. Hep dolandırıyor.

Ben ise öfkeye bakıyorum. Bizi diri tutacak, kör lambalara, çeşitli akıl oyunlarına, hesaplara ve yalnızlığa karşı koruyacak duyguya.

Ve soruyorum, bunca öfkenin karşılığı ne olmalı?

Seçim, hepimizin.