Müziğin gücü

Sanırım hep böyle bir şeye inandım. Müziğin değiştirebildiğine.

Beni ilk etkileyen şarkı hangisiydi diye düşünüyorum şimdi? Değiştiren. İçimdeki tarif edemediğim hisleri işleyen ve dile getiren şarkıları düşünüyorum.

Aklıma kasetler ve yeni yetmelik günleri geliyor. İlginçtir ama İbrahim Tatlıses’i tartıştığımızı hatırlıyorum ilk. İbrahim Tatlıses’in “İnsanlar” şarkısı ikiye bölmüştü bizi; ortaokul sıralarındaki küçük bir arkadaş grubunu. Kızların çoğunlukta olduğu bir kesim şarkıyı da Tatlıses’i de kaba ve basit buluyordu. Haklıydılar. İçinde yer aldığım diğer grup ise yeniyetmeliğin beceriksiz kurlarıyla, hani kızlara inat, şarkıyı deyim yerindeyse böğürerek yeniden ve yeniden söylüyordu.

Arabesk yasaklıydı ve şarkı basitçe “hoş” bir şarkıydı. Aldatılma ve kırılma üzerine. Sevgiliye yazılmış ama neredeyse tüm insanlığa seslenen: “İnsanları anlamak, insanları tanımak.” diye sözleri vardı. Bir de nakarat kısmında “Öylesine zor” diyordu Tatlıses; hani neredeyse içimizi okurcasına. O günlerde hiç kimse, özellikle de zihnimizde kim ve ne olduğunu tam bilemediğimiz “ah o sevgili öteki” bizi anlamıyordu. Ne zordu anlaşılmak!

Tamam, şarkının basit, kaba falan olduğunu alttan alta hissediyordum ama aynı şarkı içimde tarifi imkânsız bir malzemeyi işleyip derdimi anlatır hale getiriyordu. Ergenliğin inat, öfke, hayal kırıklığı dünyasının bir anlığına yanık sesiydi işte.

Ama o kadardı. Arabesk de, o tür şarkılar da, o ruh hali de bir yerde tıkanıyordu. Daha doğrusu hep aynı malzeme üzerine oynuyordu: Kaybetmişlik, aldatılmışlık ve çaresizlik. Küçük bir itiraz bile yoktu orada. Sitem ve mağrur bir kabullenme vardı. Ben ise keşfetme, gidebildiğim yere kadar gitme ve kendini kurma derdindeydim. İsyan ve itiraza açıktım.  Çok kısa süre sonra müzikte bambaşka yerlere açıldım.

Hiç unutmam, Eskişehir’de “ah o sevgili Kılıçoğlu Sineması’nın” afişlerinin önünde duruşumuzu. Günlerin isyan ve arayış ırmağında beraber yol aldığımız dostuma “The Doors kimmiş?” diye sorduğumu daha dün gibi hatırlıyorum. Film, The Doors, kendine yeni dünyalar arayan, hani bir çeşit uzay aracına dönüşmüş ve uzak galaksilere gitmeye hazır zihnimde  bambaşka kapılar açmıştı. Şarkıların sözü, gitarların tonu, klavyenin iniş çıkışları, içinde olduğum dünyaya (ki o dünya yavaş yavaş Türkiye olmaktan da çıkmıştı), bu sıkıcı, tekdüze dünyaya bambaşka bir ışık getirmişti.

Lise yatakhanesinde sabaha kadar Riders On The Storm dinleyip sabah fizik dersine When The Music is Over ile girdiğimi hatırlıyorum. Yine daha dün gibi. İçimdeki tüm yerçekimi yasaları altüst olmuştu. Yeni bir dünyaya ışınlanmış gibiydim. İçinde şarkıların, kitapların, seslerin, notaların ve harflerin olduğu.

Bir o dünyaya bakıyordum, bir de okulda başımıza dikilen Türk-İslam sentezine. Örneğin felsefe öğretmeni “kompleksli” diyordu bana. Eliyle kurt işareti yapan müdür yardımcısı hemen her gün “ah o güzel müzikleri dinleyen” bir grup öğrenciyi “terörist” ilan etmekle etmemek arasında gidip geliyordu. Üniversiteli abilerinin evine gidip gelen aynı dönemden diğer arkadaşlar ise yan yatakhanede prova yapıyorlardı: Cihat sırasında bizim gibileri nasıl öldüreceklerinin provasını.

Hani nasıl desem, beyazların dünyasındaki bir zenci gibiydim ve müzik tam bir sığınaktı. Kaçamak demiyorum; bu acımasız, cahil, hödük, sıkıcı ve yaşamayan beyaz dünyasının içinde açılmış bir sığınaktı. Kendine yeten ama aynı zamanda isyana, arayışa, kafa yormaya ve keşfetmeye ev sahipliği yapan.

Sonra lise bitti. Birkaç badireyle. Üniversitenin ilk yılıydı ve rock müziğin pek tat vermediği Dead Can Dance günleriydi. Her yerde Secret Garden tarzı bir müzik kol geziyordu. Gayet cool, hiçbir şeyi takmayan ve hayata sonuna kadar muhalif ama genç yaşta kocamış yeni bir arkadaş grubu bulmuştum. Dersleri ekmeler, sokaklarda sabahlamalar ve trenlere atlayıp dolaşmalar arasında geçiyordu hayat.

Biz öyle takılıp giderken Ankara’nın meydanlarını ara ara öğrenciler dolduruyordu. İşte o günlerde yeni arkadaşlarımdan bir tanesi “Amannn, çiçek çocukları yapamamış siz mi yapacaksınız!” diye meseleyi kesti attı. Müziğin değiştiriciliğine kapılmış benim gibi birisi için bu kısa ve net ifade erken teslimiyet, pes etme, sahtekarlık, ihanet ve tabii ki aydınlanma anlamlarına geldi. Birileri “değişim” için akın akın Ankara’ya gelirken biz kenarda durmuş pek bir cool halimizle “amannnnnnn” diyorduk. Benim için olmayacak işti.

Samimiyet ve sahicilik, işte o dönemden sonra müzik meselesinde aradığım temel hüner olamaya başladı. Gerçi zor bir durumdu bu; kesintisiz bir samimiyet ve kapsanamama hali aramak. Öncelikle böylesi isimler bulmak zordu; ikincisi ne aradığımı da ancak yıllar içinde keşfedebilecektim.

Bana soracak olursanız, rock müzik hep orada kaldı: Bir ferah esarette. Hiçbir şeyi takmayan, cool ama meydanlarda toplanan insanlara uzaklardan bakıp “Amannn” diyen bir halde kaldı. Yıllar yıllar sonra sanırım anladım ki rock ve etrafındaki kültür vaat ettiği her şeye rağmen bu ferah esaretin ötesini göremiyordu. Ne yazık ki!

Tüm bunları, burada özetini geçtiğim muhasebeyi bir mektuptan sonra hatırladım. Velvet Indieground’un sahibi olan Seogu Lee’nin geçen haftaki Firuzağa saldırısından sonra kaleme aldığı mektuptan bahsediyorum. Kesinlikle insancıl, kesinlikle içten ve kesinlikle kırılgan bir mektuptu Lee’nin mektubu. Ama tam da o ferah esareti anlatıyordu.

Mektubunda müziğin gücünden, o güce inanan insanlardan bahsediyordu Lee. Ne kadar da barışçıl olduklarını, kimseyi incitmeyeceklerini, tek suçlarının o müziği sevmek olduğunu anlatıyordu. Negatif bir iyilikten bahsediyordu aslında. Bir ferah esaret durumundan: Belki rahatsız ama büyük ölçüde kayıtsız. Ya da ne yapacağı konusunda karışık. Biraz da umarsız.

Üzgünüm ama müzikte, özellikle de rock gibi mainstream müziklerde işler böyledir. Umarsız. Geçen haftanın tozu dumanı daha yatışmadan İstanbul’a bir karşı kültür ikonu, Patti Smith geldi ve gitti. O kadar. Gık bile demedi Smith. Seyirciler de haydi pankartı geçtim, bir döviz bile kaldırmamışlar “Bu müzik hiç susmayacak!” diye. Bir ikon olarak İstanbul’u sallarken “Silah istemiyoruz, savaş istemiyoruz, bizim enstrümanımız işte bu!” diyerek gitarını havaya kaldırmış Patti’ciğim. Sağolsun. Daha ne olsun! Ne bekliyoruz ki?

Müzik değiştirebilir mi? Toplumu, tarihi… Müziğin böylesi bir gücü var mı?

Artık pek buna takmıyorum sanırım. Güç aramıyorum müzikte. “Öylesine zor” ki…

Bu arada bir de Manovar, Slayer, Mötorhead meselesi var. Firuzağa’daki o gecede, Radiohead yerine, bu grupların fanları orada olsaymış, öyle topuklayıp kaçmazlarmış, durum farklı olurmuş, falan, filan..

Rock müzik ya… Nasıl da erkeksin! Sapına kadar. Hep maskülen. Her şey bir yana, biz ne Manovarcılar, ne Slayercılar, ne Mötorheadciler gördük diyeyim ve geçeyim.

Müzik bitince ışıkları kapatmayı unutmayın.

Bakın “ah, Asım Can Gündüz de gitti”.

Sevgilerle.