Muza ne oldu, muza?

Bazı nesneler vardır. Bir dönemin, bir olayın simgesine dönüşmüş. Tarihin üstüne kıvrılıp büzüştüğü nesnelerdir bunlar. Çok şey anlatırlar.

1989 ya da 1990'dı. Tam olarak bilemiyorum. Yaz tatillerinde okunan “Beşler Çetesi Tatilde” gibi kitapları artık geride bırakmış ve erişkin dünyasına ve de erişkinliğin simgesi olan siyasi meselelere "Turgut Nereden Koşuyor?" ile giriş yapmıştım.

Unutulmuştur ama bilen bilir: Gümrükten geçirilen kadın iç çamaşırları ve bazı şeylerin önlenemez yükselişi ile ilgili bir kitaptır. Hoştur. Ve sanırım güzide ülkemizin ilk “best seller” kitabıdır. Ne ironi değil mi?

O yaz herkesin elinde o kitap vardı. Ve ben de bir elimde Başargan gazozu, bir elimde “Turgut Nerden Koşuyor?" ile daha büyük bir dünyanın kapısını aralıyordum. Dönem ise bazı şeylerin önlenemez yükselişi, bazı şeylerin önlenemez çözülüşü ve sanırım birçok şeyin de geri dönmeksizin kayboluşu çağıydı. Bir daha geri gelmeyeceklerden birisi de Başargan gazozuydu.

Neyse.

Eve çoktan telefon bağlanmıştı ama siyah beyaz televizyonumuz üstündeki beyaz dantel işlemesiyle halen odanın bir köşesinde duruyordu. Çocuk, ergen arası bir yaratık olarak tek kanallı televizyonda ne bulursam izliyorum.

Çokça Özal, ara sıra Demirel ve bazen de İnönü vardı televizyonda. Aralarında bir tek İnönü sevilesi görünüyordu bana, ama onu da sevmekte çok zorlanıyordum. Siyaset işte. Çocuk da olsanız "sahnesi iyi olanı" istiyorsunuz.

Ve günler tabii ki bir de Gorbaçov, Reagan ve Thatcher günleriydi.

Nedense hiç sevememiştim Thatcher denen o kadını. Soğuk nevale. Ama seveni çoktu. Ağzını yaya yaya konuşmasını da severlerdi. Çok iyi hatırlıyorum, İstanbul'a geldi diye yer gök oynamıştı. Dedem de “büyük ülke” olduğumuza bir kez daha ikna olmuştu. Bana ise bir yatılı okulun psikopat mürebbiyesi gibi görünürdü, Thatcher. Çocukluk işte.

Reagan ise sanki Turgut Özal’ın uluslararası versiyonu gibiydi. Sanki çok yakın arkadaştırlar. O zamanlar aynı okula bile gittiklerini düşünürdüm. Uzun olan, yani Reagan, tamam yakışıklı, karizmatik falandı ama okuldaki bütün işleri perde arkasından döndüren sanki Özal’dı. Bana öyle gelirdi. Çocukluk işte.

Öte yandan Reagan etkileyici falandı ama tekmeyi kıçımıza ilk fırsatta indireceği çok belliydi. Yüzünden kibir, aşağılama, riyakârlık ve sahtelik akıyordu. Ve belliydi, kesinlikle güvenilmeyecek birisiydi. Tedirgin bir etkilenme hali ile izliyordum kendisini.

O sıralar televizyondan sürekli olarak Türkiye'nin yerini bilmeyen Amerikalılar geçiyordu. Özdeşim işte! Reagan ekrana çıktıkça sanki bizi de temsil ediyormuşcasına seviniyordum. Çocukluk!

Gorbaçov ise tüm bu aktörler içinde en gıcık olanıydı. Alnında kırmızı bir iz; sanki az önce bir kuş pislemiş, suratına ha indi, ha inecek. Ama adam silmiyor. Başka şeyleri de silmiyor zaten. Mesela arkasından söylenen onca lafa aldırmaksızın tekrar tekrar görüşüyor Reagan’la, Thatcher’le. Taa bilmem kaç bin kilometre ötede, çocuk başımla ben bile farkındayım arkasından çevrilen oyunların. Ama adam tam anlamıyla alık. Tabii ki yıllar sonra anlayacağım ki aslında satılık. Çocukluk işte.

Bir de Helmut Kohl var. Böyle eve dama sığmaz bir cüsse ile her devlet başkanını yanında ufacık bırakan bir tip. Ama sanki mahşerin üç atlısının dışında. Çerçeveye giriyor ve de hemen çıkıyor. Bizim Türkeş gibi. Kendisi doğrudan ana sahnede olmasa bile fikirleri orada. Belli.

İşte o sahnede, Özal, Reagan, Thatcher ve Gorbaçov ile yatıyor kalkıyoruz. TRT sanki glasnost ve perestroyka için çalışıyor. Ama glasnost dediğin Thatcher’in, perestroyka dediğin ise Reagan’ın yönetici olduğu birer yatılı okul. Kâhya ise Gorbaçov. Ve yatılı okul akşamlarının en tatlı sohbetlerinin yapıldığı saatte gelip tüm ışıkları kapatan da O.

Neyi bekliyorum bilemiyorum ama televizyondan çıkıp siyaset ve erişkinlik anlamında tıfıl aklıma dolan tüm bu isimler arasında bir tek Gorbaçov’a gıcık oluyorum. “Ya,” diyorum, “bir ülke, göz göre göre bu kadar mı kötü temsil edilir? İnsan çıkar, bir iki laf eder.” Yok. Ama bendeki, tabii ki çocukluk.

Sonra işte detant, konvansiyonel, stratejik, pakt gibi kelimelerle geçerken günler, günlerin birinde görmüştüm, yine televizyonda. Hâlâ da unutmam. Akın akın insanlar, trenlerle Budapeşte ya da Prag üzerinden Batı'ya geçiyordu. Öyle diyordu spiker. Yıkılıyordu Demir Perde.

Ve trenlerle gelen o insanları peronlarda bekleyenler muzlarla karşılıyordu. “Muz bulamıyorlar” diyordu spiker. Demir Perde zulmü altında muzsuzluktan inim inim inleyen kitleler hemen oracıkta, o peronlarda özgürlüğün tadına varıyordu. Sanki muz olmadan yaşayamamışlardı. Muzsuz varolamamışlardı da o an, onlara hava kadar, su kadar gerekli olan bu şeye kavuşmuşlardı. Çocukluk işte, hayretle izlemiştim.

Ama bir taraftan da rahatsız olmuştum. Neyden rahatsız olduğumu bilmeden. Uzun yıllar. Demiştim ya, bazı nesneler vardır; bir dönemin, bir olayın simgesine dönüşür. Muz, şimdi oldukça fallik olduğunu bildiğim bu nesne de benim için Demir Perde’nin, reel sosyalizmin çözülüşünün simgesi olmuştu.

Ve uzun yıllarca da düşündüm, beni rahatsız eden neydi, bana o an ne anlattı diye!

Ve şimdilerde anladım.

Muz, tarihin, Gorbaçovlu, Reaganlı, Özallı bir tarihin ruhuna çok da uygun bir simgeydi. Karşılamak için peronlarda bekleyenlerin o nesneyi seçmesi, evet,  belki çok da bilinçli değildi; evet, belki sıradan bir iyilik yapmak istemişlerdi; her şey o kadardı. Ama sıradan bir nesne seçmemişlerdi. Fallik bir zafer anı yaşanıyordu ve bu zafer anı başka bir nesne ile bilinçsizce daha iyi anlatılmazdı.

Muz! O an! Tarihin yanılsamalı bir özgürleşmesiydi. Çünkü erişkin dünyasındaki o iki taraf eşit değildi. Bir taraf, diğer taraf üzerinde tahakküm kuruyordu. Bir taraf, diğer tarafa geçiriyordu. Muz ile.

Çocukluk işte.

Sonra su gibi akıp geçti zaman.

Şimdilerde ise şöyle diyorum: “Yemeyiz!”

Bir daha asla.

Nice Ekimlere.