Mektup

Sevgili arkadaşım, canım arkadaşım!

Ben şimdi durup dururken sana neden mektup yazıyorum, değil mi?

Tuhaf… Değil mi?

Eh, ne diyelim! Yazdıklarını, düşündüklerini, aklından geçenleri duydukça, okudukça ve de gördükçe yazmak istedim, sana.

Daha doğrusu ne kadar da ayrı düştüğümüzü gördüm, üzüldüm; yazmak istedim sana. Nasıl oldu da bu kadar ayrı düştük, diye.

İyi yapmışım, değil mi? Çünkü iyi olma olasılığı olan ne kadar çok şey ve iyi olan ne kadar az şey var şu günlerde, değil mi?

Ama biz seninle ayrı düşmüşüz. Bilmeden, anlamadan, görmeden.

Ayrı düşmüşüz.

Birçok nedeni olabilir. Ben daha çok “büyümeye” bağlarım, eski dostlukların, aynı iklimden gelen arkadaşlıkların ufukta kaybolup gitmesini. Yoksa çocuk kalsak yine beraber koştururuz, boş bulduğumuz ilk sokakta, değil mi?

Büyüdük ve kirlendi mi dünya?

Bu kadar basit mi? Yani olan bitenin açıklaması bu kadar basit mi? 

Dünya kirlendi ve biz de seyrettik! Öyle mi?

Pek sanmıyorum. 80lerin dünyasıydı bu! Yani olan biteni seyretmek. 

Ama artık, sanırım, çoktan geride kaldı. Bak, şimdiler kimse “apolitik gençlikten” bahsetmiyor artık. Hâlbuki biz gençken, gençlik “apolitik” gençlikti, değil mi? Gerçi biz de genç sayılmıyoruz artık. Olsun.

Zaten ne demiştim, az önce? Ben daha çok “büyümeye” bağlarım, eski dostlukların, aynı iklimden gelen arkadaşlıkların ufukta kaybolup gitmesini. Sanki haklıyım, değil mi?

Ama şimdi gençlik, toplum içine akacağı yeni bir kalıp arıyor. 

Ne tuhaf! Biz ise, arayan, soran bir gençlik olarak epey yalnızdık değil mi? 

Yalnızdık ve şimdi tüm bunlar geride kaldı. Bak, o kadar uğraştığımız Gorbaçov, Morbaçov bile hatırlanmıyor artık. Ve başka bazı şeyler. Onlar da hatırlanmıyor. “Tarih,” diyorum bazen kendi kendime; “Tarih demek ki böyle tarih oluyor.” Tuhaflaşarak kayboluyor bazı şeyler.  

Bazı şeyler zamanla tuhaflaşıyor ve geride kalıyor. Ne güzel, değil mi?

Bazı şeyler, bugünden baktığımızda, artık tuhaf kaçıyor ve geride kalıyor. Kıymetsizleşiyor. “Ama zamanında ne uğraşmışız, arkadaş.” demek kalıyor bize. Kalsın. 

Bize akacak kalıp yasaktı, şimdi ise gençlik, toplum aynı kaba aksın diye uğraşıyorlar. 

Aynı kaba, aynı düzene…

Aynı düzene…

“Bu düzen değişmeli” dedik diye bozulmuşsun, duydum. 

Duydum ve “tuhaf” karşıladım bozulmanı. 

Duydum duymasına da… 

Ya, söylesene bana, sen hangi ara realist oldun? Hangi ara?

Şimdi büyük bir öfke ve yine aynı büyüklükte bir kurtuluş arayışı var. 

Biliyor musun? Başka yerlerde de böyle olmuş. Büyük öfkeler, büyük arayışları çağırmış. Büyük öfkeler, büyük çözümleri hak etmeli, değil mi? 

Bizim ise büyük öfkemize denk düşen büyük arayışlar yoktu. Şimdi ise var. İnsanlar bir çözüm arıyor. Ne güzel.

Ama söylesene bana, neden azıyla yetinelim? Neden azına fit olalım?

Ve söylesene bana, şimdi kurtuluş umudu diye önümüze konanlar, şu geride bıraktığımız “tuhaf zamanlarda” öyle ya da böyle destek olmadılar mı, kabın, kalıbın aynı kalmasına? Hem de en kritik dönemeçlerde.

Unuttun mu? 

Ne çabuk?

Kişisel bir unutkanlıksa eğer, bakarız bir çaresine. Ama yaşadığımız şu uzun sıkışmanın bir sorumlusu da kurtuluş umudu olarak sunulanlar değil mi? Unuttuk mu yaşananları?

Unuttun mu?

Hatırlatmak istedim. 

Hatırlatmak isterim, çok önceleri “bu düzen değişmeli” diye, boş bulduğumuz bütün sokaklarında koşuşturduğumuzu şu kentin. 

Haydi gel. Bak bir sürü boş sokak var şimdi koşabileceğimiz. 

Ve belki de bir ülke var, bir tarih…

Biliyorsun biz, bu düzen değişinceye kadar durmayacağız!

Sevgilerle.