Maddenin değişimi, diyalektiğin işleyişi ve…

İnsan ne de çabuk unutuveriyor, değişimi. Her şey hiç değişmeyecekmiş gibi görünüyor. Hep aynı kalacakmış gibi…

Sonra bir bakıyorsunuz; değişmez denilen birçok şey değişivermiş; değişim sanki kendiliğinden, öylece, boşlukta oluvermiş… Ve siz değişenin değiştiğini bile anlamamışsınız. Farkına varmamışsınız. Değişmiş işte.

O kadar.

Nereden geliyor ki bu unutkanlık? Zizekvari bir yanıt verecek olursak herhalde “biliyorlar ama yine de unutuyorlar” olurdu. Kelimenin, unutkanlık kelimesinin anlamı da aslında bilip de bilememe halini anlatıyor: Amnezi; bildiğini hatırlayamamak. Bilmek, unutmaktan önce geliyor. Bir zamanlar, bir yerlerde bilinmiş, ama, işte, şimdi yok. 

Günümüz insanı için bilmek yetmiyor. Evrenin sonsuzluğunu ve genlerin derinliğini bilmek, bilmeye yetmiyor. Bilmenin eşlik ettiği bilişsel bir sorun bu. Belki de bir tür “bilme bozukluğu” demeliyiz. Bilme bozukluğuna, bilgi bozukluğu da eşlik ediyor.

Bilgi, en başta mesela maddenin değişimini bilmeye yetmiyor. Elde Homo Sapiens kitabı ama kitap günümüzün Homo Sapiens’ini aydınlatmaya yetmiyor. Tam tersine aklındaki boşlukları büyütüyor.

Bilme-bilgi bozukluğu, bilmeye dair bir tür direnci de içeriyor. Hani neredeyse “bilmiyorlar ama bilmemeyi arzuluyorlar” diyeceğiz. Günümüzün bilme biçimleri değişime karşı yeni direnme fırsatları açıyor.

Bilmek zor ise bu durumda bilmeye direnmek kolay. Bir tür körlük gibi.

Çünkü, değişimi hissetmek ve anlamak, başka bir kafa, başka bir zihin, başka bir bakış gerektiriyor. O da bir günde, bir anda ortaya çıkmıyor. Bir sürecin ürünü; çok faktörlü bir sürecin çıktısı. Ve bir de bir kere elde edildi mi öylece kalmıyor bilmek denilen şey. Bakım gerektiriyor; ihtimam gerektiriyor. Yoksa kaybolup gidiyor.

Bilmeye direnmek… Yani, nedenleri ve sonuçları içinde bir süreci kavramak, etraflıca düşünmeye direnmek. Herkes hazır cevaplar, kolay yanıtlar ve kısa metinler peşinde. Hap niyetine. Uzayın derinliği de, beynin işleyişi de, küresel ısınmanın dinamikleri de aynı telaş ve yüzeysellikle kavranıyor. Bestseller kitap tadında. Ali oku, izle, şaşır ve yeri gelince birkaç kelam et. Hepsi bu.  

Hâlbuki bilim bunun için var (olmalı): Bilmek, anlamak ve değiştirmek için.

Ne kadar da uzaklaştık bilmekten, anlamaktan ve değiştirmekten.

Başka şeyleri bilemiyorum ama insan en çok kendisini tanımakta zorlanıyor, kendisini bilmekte zorlanıyor, kendisini anlamakta zorlanıyor. İnsan kendisini değiştirmekte daha da zorlanıyor. Özellikle de değişimin yavaşladığı kesitlerde; mesela günümüzde.

Hâlbuki heyecan verici birçok yeni bilgi de her gün kapımızı çalıyor.

Ama işte “bilim” var, bilim var.

Bir tarafta sihirli bir değnek gibi, sanki birden boşlukta ortaya çıkacak ve her şeyi değiştirecek “bilim” beklentisi var. Yüce, ulvi, soylu ve her şeyin üstünde yer alan bir “bilim”. Öyle “siyasete” falan alet edilemeyecek (ama bu arada da nedense siyasal iktidarla hep iyi geçinecek).

Öbür tarafta “hangi bilim” diye soran bir bilim.

Bir tarafta aydınlatmakta çekinen, hatta aydınlatma gibi kelimelerin kendisinden bile çekinen bir “bilim” var; öbür tarafta ise bilmenin harekete geçirici, değiştirici yönüne yaslanan bilim.

Ne de kolay, sormadan, pek de takılmadan, kasmadan “bilim”i savunmak, “bilim”den bahsetmek. Sorular sormadan yapılan her tür “bilim” övgüsü, savunusu dönüp dolaşıp aynı yere geliyor. Varolanın savunusuna ve en iyi durumda ise temkinli bir değişimciliğe: “Bilim” gelişsin, eğitim seviyesi yükselsin ve sorunlar çözülsün; sorunlar sorun olmaktan çıksın.

Sihirli bir değnek gibi.

Ama sihirli değnek yok. Maddenin değişiminin halleri, biçimleri, yasaları var.

Biliyorum "yasa" kelimesi alerji uyandırıyor. Aydınlanma gibi. Ama bu alerjinin nedenlerine bakmamak tam da yukarıdaki bozukluğun parçası değil mi? Tamam, hem varolan yasaları, kuralları, kabulleri sürekli sorgulayacaksınız, onlara karşı çıkacaksınız hem de yeni "yasalar" peşinde koşacaksınız. Hem aydınlanmanın parçası olduğu onca değerle, düzenekle didişeceksiniz hem de aydınlanmada sürekli bir devrim arayacaksınız.

Sorun tam da ikili gibi görünen bu uçlardan çıkıyor. Hâlbuki uçlar yok. Sorun mesela tam da “yasa tanımamazlığa, aydınlanma şüpheciliğine” takılıp kalmakta değil mi? Bu takılıp kalma hali tam da yukarıda değindiğim bilme bozukluğunun bir veçhesi değil mi?

İşte bu nedenlerle (ve başka nedenlerle) Bilim ve Aydınlanma Akademisi geçtiğimiz günlerde bir dergi yayımlamaya başladı: Madde, Diyalektik ve Toplum. Bilme bozukluğunun bin bir kılıkta zihinlerimizde dolaştığı bu günlerde “bilim”e karşı bilim için.

Maddenin değişimi, diyalektiğin işleyişi ve toplumsal devrim için…

Okuyun, paylaşın ve hatta herkese açık sitesinden indirin, basın, dağıtın…