Lost in Chernobyl after The Game of Thrones!*

Hayat hiç masalsız olur mu? Olmaz!

Masal dediğiniz rivayetler, anlatılar. Gerçeğin yeniden kurulduğu uydurmacalar. Gerçeğin kırık dökük anlatıldığı fanteziler de diyebiliriz masallara. Dilden dile dolaşan yarı-fantastik hikayeler. Günümüzde ise masallar, özellikle de büyükler için olanları, öyle dilden dile anlatılmıyor artık. Günümüzde masallar ekranlarda izleniyor. Filmlerde, reality şovlarda, dizilerde...

Bir çok ünlü dizi geldi geçti. Mesela şimdi, Dallas ya da Köle Isaura’yı hatırlayan var mı? Bir dönem ülkemiz Isaura’nın dramı ve Ceyar’ın (evet, o kadar bizden biri olmuştu ki “Jr.” Ceyar olmuştu) mendeburluklarıyla yatıp kalkıyordu. Sonra Kara Şimşek, Ziyaretçiler ve Yalan Rüzgarı geldi geçti. Toplumun kendisinin bile farkında olmadığı fantezileri canlandırdılar. Bu nedenle milyonları arkalarından sürüklediler. Fanteziye gerçeklik kazandırdıkları için. Ama sıraları geçti. 

Sonra diziler kesmez oldu. Özellikle de “okumuş” kesim arasında. Başka şeyler olmaya başladı: Gariban ama akıllı öğrenci evleri boy boy Tolkien’lerle doldu. İlk Hobbit’i hatırlıyorum. Sonra Yüzüklerin Efendisi geldi, cilt cilt. Sanki öncesinde ve sonrasında hep Tolkien vardı. Muhabbetler “Abi, Orta Dünya nasıl bir yer yav!!!” ile başlayıp “Gandalf’ın sakalı” ile devam ediyordu. Azıcık aklı basan bir çok kişi tutulmuş gibiydi Orta Dünya fantezilerine. Hem de öyle böyle değil: her evde, her mahallede, her amfide bir “Hobbit” uzmanı yaşıyordu artık. Ortalık haritalar, stratejiler ve de efsanelerden geçilmiyordu. 

Alternatif bir gerçeklik arayışı olarak gören de vardı Yüzüklerin Efendisi’ni. Ama esas olan sanırım gerçeğe alternatif olmasıydı. Bir kaçış limanı gibi. Oraya gidildi ve bir kaç yıl içinde (üniversite, doktora falan bitince) efendi efendi dönüldü o limandan. Büyümüş ve tatmin olmuş olarak. Böylece o günlerden geriye cilt cilt Tolkien kitaplarıyla bol miktarda beyaz yakalı kalmış oldu. Tolkien bu masalları büyükler için yazdığını belirtmişti ama o büyüklere masalların varacağı yer de belliydi: Tüm o fantastik dünya çoktan büyük bir ekonomiye dönüşmüştü. Haliyle gişede de sağlam iş yaptı Yüzüklerin Efendisi. 

Sonra internet çağı geldi ve kitlesel büyüleme sırası yeniden dizilere geçti: Lost ile!  

Ötekilere de geleceğiz ama dizi işlerinin piri sanırım Lost oldu. 2004 sonu gibi gösterime giren dizi mistik, bilimkurgusal ve dramatik her şeyin iç içe geçtiği bir yapımdı. Ve kısa sürede acayip tuttu. ABD’de gösterildiği an, hatta gösterilmeden önce dizi internete düşüyordu. İşte o an yurt sathındaki tüm torrent programları çalışmaya başlıyordu. Hatta çok iyi hatırlıyorum: en küçük bir gecikmede, internet aksaklığında yoksunluğa girenler olurdu. Titremeler, telaşlı “indi mi?” soruları, küfürler, kayan gözler, “hadi be abicim” söylenmeleri bu gergin bekleyişi süslerdi. Ve Lost’un yeni bölümü indiğinde gözler artık başka bir şey görmezdi: o an hemen yaşanmalıydı. Eroin yoksunluğu gibi! 

İndirilen Lost’u dayanamayıp hemen oracıkta izlemeye başlayanı olurdu. İşler, güçler, iş çıkışı eve gitmeler, hatta tuvalete gitmeler bile ertelenirdi. Bir de sezon biriktirip bir kaç günde tüm bölümleri izleyenler vardı. Ekranın başından kaldırmak pek mümkün olmazdı o arkadaşları. İki-üç saatlik uyku arasının ardından hemen ekran başına geçerlerdi. 

Etrafımdaki Lost düşkünlüğünü çekirdek çıtlatmaya benzetirdim hep: bir kere başladınız mı dibini görmeden durdurmazsınız kendinizi. Lost da çekirdek gibi dibini görmeden bırakmıyordu insanları! Dizinin resmen bağımlısı, müptelası oluyorlardı.

Lost deyim yerindeyse tüm parsayı söğüşledikten sonra, müptelalarını dımdızlak ortada bırakan bir sonla bitiverdi. Sonuyla dizi işine bir darbe de vurdu! Kimse bir daha dizilere öyle sarmamaya başladı! Ta ki Saltanat İtişmeleri (The Game of Thrones [serbest çeviri bana aittir]) başlayıncaya kadar. Bir jenerasyon geçmişti ve artık yine bağımlılık yapan yeni bir dizi ortaya çıkabilirdi. 

Tüm dünyada sermaye güçlü ve otoriter siyasi figürlerin etrafında kenetlenirken, daha büyük savaşlar riski artarken geniş yığınlar da güçlülüğün ve güçsüzlüğün sembolleriyle dolu bu fantastik ürüne demir attılar. Çok konuşuldu, çok tartışıldı (gelişen internet ve akıllı telefon teknolojisini de yabana atmamak lazım tabii ki). Hatta Türkçe’ye İngilizce yeni bir deyim bile kazandırdı dizi: Wintır iz kaming!

Ama her tatlı şey gibi onun da sonu geldi. Yapımcılar bu sefer Lost’un sonu gibi tatsız bir son hazırlamadılar. Ve kendilerini dizinin sonuyla da tartıştırmayı başardılar: Zizek bile topa girdi artık ve yazdı da yazdı!

Ama işte GoT biter bitmez de zihinlerde bir boşluk oluştu. Haz, doyum ve heyecanın böylesi bir yanı var: Bir kere tadını aldınız mı sürekli aynı şiddette devam etsin istiyorsunuz. Saltanat İtişmeleri’nden kalan boşluğu hızlıca yeni bir dizi doldurdu: Chernobyl. 

İşin ilginç yanı tam da sosyalizmde nükleer enerjiyi konuştuğumuz bir çalıştaydan hemen sonra fizik profesörü bir arkadaşımdan duymuştum diziyi. Çok heyecanlanmıştı: belgesel tadında ama çok fazla “gerçeklik” hissi uyandıran bir dizi olduğunu söylemişti. Dizi ile ilgili havadisleri her hafta ondan almaya başladım. “Antikomünist yanlarına rağmen” çok iyi diziydi. Arkadaşım öyle diyordu ki hemen hemen aynı hafta “dizi patladı”. Özellikle de “gelmiş geçmiş en iyi dizi” ilan edilince. Ortalık Çernobil, sosyalizm, Stalin ve nükleer uzmanından geçilmez oldu. 

Ekranın tabii ki böyle bir yanı var: büyüleyici, kendine bağlayıcı. Bir yorumda denk geldim: “çekirge sürüsü gibiler. GoT tartışmaları bir anda kesildi ve anında Çernobil tartışmaları başladı” demiş meseleyi gözlemleyenlerden birisi. Doğru, ama sadece tüketim yok bu sefer tartışmaların içinde. İdeoloji de doğrudan var. Dizinin sinematografik yanına dair güzellemelere kısa sürede “Reel” sosyalizm tartışmaları da eklendi. Çekirge sürüsü şimdi de bunu tüketecek. Tüketsinler bakalım. 

Zaten fantezilerin şöyle bir işlevi vardır: dile gelmeyen, hatta akla gelmeyen isteklerin, arzuların yeridir fanteziler. Bu nedenle duygular ve arzular, bilinçdışı istekler değişmedikçe fanteziler de değişmez. Biçimi değişebilir ama özü aynı kalır. Çernobille ilgili söylencelerin, efsanelerin ve gerçeklerin de böylesi bir fantastik yanı var.

Yani... Çernobille ilgili, “reel” sosyalizmle ilgili “gerçekleri” anlatmanın bir yere kadar faydası olacaktır. Gerisi ise fantezilerin alanı olarak kalacaktır. Bu nedenle dizinin gerçeğe ne kadar uyduğunu tartışmak bir noktadan sonra anlamsız kalıyor. Sovyetler ya da sosyalizm alerjisi olanlara Çernobil gerçeğini anlatmak beyhude bir çaba gibi. En iyisinde bile varacakları yer “nükleer enerji kötü, demokrasi şart ve bu işler çok zor” olacaktır. 

Ancak Çernobil ilgisinin içinde, bir yerlerde, sosyalizm merakı ve ilgisi olduğunu da unutmamak gerekiyor. Yani Çernobil sosyalizmin iyiliğini isteyen bir toplamı da içeriyor ve siyasi olarak angaje olmasalar da üzülmelerine, daha iyi bir sosyalizm istemelerine, öfkelenmelerine de neden oluyor. Yani Çernobil ilgisi sadece antikomünizmden, vurdumduymaz bir tüketicilikten, geyik merakından ya da salt bilim/teknoloji dünyasında düşkünlüğünden kaynaklanmıyor. Tüm bunların yanında Çernobil’in Çernobil olmamasını isteyen, yani tüm yaşananların hiç yaşanmamış olmasını isteyen, daha iyi bir sosyalizm dileyen bir toplam da var. 

Ve bu istek, bu fantezi hiç de uzak değil. Yeniden ve yine reelinden.


* Bu kelimelerden oluşan üçleme farklı biçimlerde tekrarlanabilir ve farklı bileşimlerin üstüne senaryo bile yazılabilir. Mesela “Kesin CIA de işin içindedir abi! Baksana, yan yana getirince acayip anlamlar çıkıyor: They Lost The Game of Thrones in Chernobyl!” gibi.