İnsan yutan zamanlar

Olağandışı zamanlardan geçiyoruz. Olağanın o aldatıcı kibarlığı, huzurlu işleyişi ve zora ihtiyaç duymayan ikna ediciliği askıya alınmış durumda. Her şey gürültülü, kaba ve hınç dolu. Akla ister istemez bir yüzyıl öncesi geliyor. Sanki film geri sarılmış gibi. Birisi “Sovyetler-sonrası dönem, Sovyetler-öncesi dönemdir!” mi demişti?

Olağandışı işlerin olduğu günlerde yaşıyoruz. Bir tek Türkiye’de değil. Hani neredeyse tekinsizlik dünyayı dolaşıyor. Tamam, arada pek kesinti olmadı ama yüzyıl sonra yine savaşlar, suikastlar, patlamalar, ani değişiklikleri, tehditler ve giderek artan bir toplumsal huzursuzluğun içine yuvarlanıyor dünya. Birisi "Gökkubbenin altında büyük bir keşmekeş var, vaziyet harika!” mı demişti?

Yüzyıl öncesi demişken uzaklara gitmeye gerek yok; akla hemen “Benden Selam Söyle Anadolu’ya” geliyor. Çok değil bir kaç yılda, hatta haftalar içinde insanların birbirini nasıl da boğazlar, gammazlar, birbirlerine çeşitli eziyetler yapar ve yapılan eziyetleri reva görür hale geldiklerini anlatır Dido Sotiriyu. Ve romanın arkaplanına, satır aralarına değişen ekonomik çıkarlar, artan çatışmalar ve bunlarla bireylerin, kitlelerin halleri arasındaki ilişkiyi ustalıkla yerleştirmiştir. Zaten birisi “İnsanların varlığını belirleyen onların bilinci değildir; bilinçlerini belirleyen toplumsal varlıklarıdır” dememiş miydi?

Tamam, toplumsal bilinç halleri ile toplumsal varoluş halleri arasındaki bağ öyle hiç de doğrudan ve açık değil; ama bilinç dediğimiz de zaten toplumsal varoluşun, bir toplumda varoluşun zihinleşmiş hali değil mi? Yani, her şey orada, yani alt yapıda başlıyor. Ve orada başlayan kendini toplumda, toplumun zihin dünyasında yeniden üretiyor. Artık ortaya ne çıkarsa! Birisi “Son kertede!” dememiş miydi?

Ortaya genellikle, son kertede zor zamanlar çıkıyor. Çok uzun bir zaman dilimini, örneğin birkaç bin yılı alırsak tamam, belki toplumsal olan çok da kötüye gitmemiş diyebiliriz; ama rekabetin, paylaşım sorunlarının gırla gittiği bir toplumsallıkta, bugün, kısa vadede kendiliğinden gibi görünen bir yatışma ve toparlanma beklemek mümkün mü? Huzur için, yani dışlayıcı olmayan ve içinde sürekli yer açabilen bir toplumsal ortaklık için önce oraya, alt yapı denene müdahale gerekiyor. Tanpınar aksini iddia etse de!

Üretim sürecinde başlayanı, yaşananı her yer kendi tarihselliğine ve kendi limitlerine uygun olağandışılıklar olarak yaşıyor. Her toplum kendi deliliğini yaşıyor. Herkes kendi zor zamanlarını yaşıyor. Brezilya’da meclis darbesi olurken Avusturya’da adı Özgürlük olan ırkçı bir parti seçimlerde birinciliği kıl payı (ve muhtemelen bazı engellemelerle) kaçırıyor. Macaristan’da girişimcilik, aile ve din kutsanıp bunları tek bir potada eriten yeni tipte bir yurttaşlık icat edilirken Polonya’da siyasi iktidar karşıtlarını genetiği bozuk vatan hainleri ilan ediyor. Zor zamanlar toplum toplum dolaşıyor.
Ve olağandışılığın önü alınamıyor, toplumsal çalkantılar durmuyor. İlginçtir, (aslında ilginç olmaktan ziyade semptomatiktir ki) bu toplumların çoğunluğu kendilerini (ülkelerini) büyük tehdit altında olarak görüyor. Orta sınıflardan başlayarak tüm toplumu saran bir endişe hali ülkeye, toplumsala yansıtılıyor ve egemen oluyor. Kitlelerin refah seviyesi önceki dönemlere göre artmış olsa bile kitleler orta sınıfların zihniyle ülkenin bir çöküş içine girdiğinden endişe ediyor. Ve bu endişe güçlü, keskin  iktidarları destekliyor.

Olağandışılık öyle pek merkez-çevre ayrımı da dinlemiyor. Zor günler herkesin kapısını çalıyor. Avrupa’nın göbeğinde kitleler Almanya’yı ve Almanlığı (kibarca) yücelten, tehdit altındaki Almanlık için alternatif sunan bir siyasi hareketi parlatmaya hazırlanıyor. Trump meselesine ise burada girmiyorum. Fazlasıyla ortalıkta olup bitiyor zaten her şey.
Kitleler zorluk yaşıyor; paylaşım ve rekabet sorunları içinde boğuşuyor ve güçlü siyasi yapılarla bu tekinsizliğin üstesinden gelmeyi umut ediyorlar. Korktukça seçiyorlar, seçtikçe güçlendiriyorlar, güçlendirdikçe de daha çok korkuyorlar.

Ama kitleler amneziktir; hafıza-i beşer nisyan ile maluldür. Kitleler, isyandan ziyade nisyana meyillidir. İsyan da korkutucudur ama korkuyu çözebilir. Nisyan ise uyutucu ve de yutucudur. Nasıl mı? Yüzyıl öncesi demiştim. Savaşlar, göçler, kırımlar, sürgünler, sonu gelmez kötülükler… Yani yutulup giden hayatlar. Yüzyıl öncesi aynı zamanda milyonlarca insanı yutan bir dönemdi. Ve nereden baksak bir büyük direniş ile sonlanana kadar kesintisiz 40 yıl sürdü. Zaten birisi “Gelecek Uzun Sürer” dememiş miydi?