İnandık! İnandık beynimizle!..*

Şimdi ne düşünüyorum, biliyor musun Heval? Aslında uzun bir süre aklımla, beynimle inanmadım, ben. Salt yüreğimle inandım; öyle olsun istedim. Hatta bir ara işi kedilere kadar vardırdım; “Onlar da sosyalizm istiyorlar!” dedim, kendi kendime. Deli miyim, neyim? Şimdi ‘deli’ kelimesini kullanması yasaklı bir mesleğin içindeyim. Hâlbuki ara ara kendi kendime düşünür, güler ve konuşurdum. Hâlâ da öyle…

Mesela bu aralar aklıma Hacettepe yurtlarından bir Cumartesi sabahı çıkıp yakınlardaki pazaryerine yürüyüşümüz geliyor. Gülümsüyor ve de gülüyorum, tabii ki… Kafası dumanlı, kanı deli deli akan iki insan, heyecanla gitmiştik Emek, Barış, Özgürlük Bloku’nun seçim mitingine. Belki hiç söylememişimdir sana; kendimizi, bizi, dağları devirecek kadar güçlü, azgın dalgaları alt edecek kadar cesaretli, hiç bilmediğimiz kapkara dehlizlere dalacak kadar gözüpek hissetmiştim, pazaryerindeki o dağınık kalabalığa yaklaştıkça.

Toplum bizi kesmiyordu. Müzik bizi ikna etmiyordu; dizeler yetmiyordu ve kitaplar da bilmiyordu. O zamanlar… Daha farklısı değil, daha kökten olanı lazımdı bize. Biz de daha radikal olmalıydık. Yarın, öbür gün ne olur, ne düşünürüz diye düşünmemeliydik. O zamanlar hesapsızdık… İnsan beyni de hesapsızmış aslında, biliyor musun?

Şimdi bu hesap uzmanlığı niye? Neden hesap uzmanlarına dönüştü herkes?

Ben bu işleri hiçbir zaman hesap-kitap meselesi olarak göremedim. Matematiksel bir işlem olarak görmedim sosyalizmi, solu, insan olmayı ve hayattan keyif almayı, “Evet ya, yaşıyorum!” demeyi, diyebilmeyi. Çabalarımın boşa gideceğini düşünmedim, boşa gitmesi diye bir derdim de olmadı. Yani aklımda bu tür bir hesap olmadı. Çektiğimiz şu dertlere çare olacak kısa yollar arayan onca insanın “oyum boşa bitmesin” diye bu kadar dertlenmesi, ne tuhaf! Belki de insanca. Bilemiyorum. Gerçi Althusser olsa şimdi burada, insanca bulmamıza itiraz ederdi, kesin.

Hâlbuki bize özgürlük lazımsa, önce aklımızın sınırlarından da özgür olmalıydık.

Mesela o mitingde, kürsüde Orhan Doğan konuşurken kızıl bayraklar sallayan bir çift vardı hemen önümüzde. İkisi de ne kadar özgür, kendileriyle ne kadar barışık ve kendilerinden ne kadar da emin görünüyordu, hatırlar mısın? Ahenksizliğin içindeki huzurlu bir ahenk gibiydiler. Hiçbir güç tutsak edemezdi onların serbestliğini, coşkusunu ve kararlılığını. O serbestliği bir biçimde aklıma kazıdığım için küçük hesaplardan, hesaplı kitaplı işlerden uzak durdum; kendiliğinden oldu bu.

İlginç gelecek belki şimdi sana ama (ilk keşfettiğimde bana da ilginç gelmişti; “bu işler -sosyalizm mücadelesi ve zihinsel süreçler- birbirine ne kadar da çok benziyormuş böyle” demiştim kendi kendime) psikoterapide, özellikle de dinamik yönelimli psikoterapide kişinin köklü bir çatışmanın ardından başvurmasını tercih eder, terapistler. Çünkü kriz dönemleri farketme ve değişim için bir olanak sağlar.

Yoksa genelde insan, hayatını, o hayata uyum sağlayabilecek biçimde inşa eder. Arkadaşlarını, çevresini ona göre seçer. Yargılarımız ve tercihlerimiz garantiden, garantiliden yanadır. Bak, bugün çoğunluk birbirine açık ya da örtülü olarak “mantığını dinle; kafanı çalıştır!” diyor, bir an önce içinde olduğumuz tedirgin edici siyasi durumdan kurtulmak için. “Maceraya yer yok” deniyor ve garanti sonuç aranıyor.

Ama ortada kitlesel bir hata da olabilir. Tıpkı Bülent Ecevit’in hemen hemen hiçbir şey yapmadan, yıllar ve de yıllar boyunca bir umut simgesi olarak, Karaoğlan olarak kalmayı garantilemesinde olduğu gibi… İnsanlar, seçimlerdeki sonucun, içinde oldukları tedirgin edici durumu sonlandıracağını düşünüyorlar. Tıpkı yolunda gitmeyen ve aslında gitmeyeceği de gün gibi aşikar olan bir ilişkiyi altına imza atılan nikah akdinin kurtaracağını ummak gibi.

Psikolojide buna ‘duygusal tahmin’ deniyor ve bu tür tahminler genelde hatalı çıkıyor. Evlilik de öyle değil midir? Her iki taraf da birbirine acı gerçeği söylemez ama her şeyin iyi olacağına da inanmak ister. Sonunda ise iki taraf da yanılır, çünkü bir tür ‘odaklanma yanılsaması’ yaşanmıştır. Yani bir duruma ne kadar çok önem atfediyorsan diğer etkenlerin etkisini (ki diğer etkenler içinde sonuç üzerine çok daha büyük etkiye sahip olanlar da bulunabilir) o kadar göremez hale geliyorsun. Ve yanılıyorsun… Aldanıyorsun da denebilir.

Aldanışın ardından çok az kez farkındalık geliyor; çok az kez de değişim… Ne yazık ki! Değişimin köklü, kalıcı ve geriye dönüşsüz olabilmesi için kişinin köklü, ona kendisini, ilişkilerini, tercihlerini sorgulatan türde bir kriz yaşaması gerekiyor.

“Yine mi kriz!” dediğini duyar gibi oluyorum. Haklısın. Bizim cenahta sürekli her niyete dile getirilen bu ‘kriz’ edebiyatının krizin etkisini, önemini azaltıcı bir etki yarattığını da görmezden gelemem. Ama insan kendisini ne zaman sorgular, ne zaman yeni soru işaretleri belirir? Söylesene bana.

Ve söylesene bana, şimdi, yaşadığımız bu krizi yatıştırma çabaları niye? Ya buradan köklü bir değişimin kapısına çıkıyorsak? Bu durumda bize yapılan en büyük kötülük, değişim olanağını elimizden sevimli bir yüzle almak, değil midir?

Senin sevdiğini bir delinin, Frank Zappa’nın bir sözüne denk geldim geçen gün: “Zihin bir paraşüt gibidir; açılmazsa, hiçbir işe yaramaz!” diye. İşte bize zihnin açıldığı anlar lazımdı Heval. Zihnin kapandığı, vazgeçtiği, “Olmaz be!” dediği anlar değil.

Şimdi beynimle inanıyor muyum? Bu işlerde sadece akılla inanmak mümkün değil sanırım. Biraz inat, biraz yürek, biraz akıl ve bolca umut etmek Heval. Bir gün bile yaşamak için…

İnsanlığa, gelecek güzel günlere, iyiliğe inanmak; sosyalizme inanmak Heval.

Umarım, sen de bir yerlerde hâlâ inanıyorsundur.

* Nazım Hikmet, İnandık, İlk Şiirler, Adam Yayınları, sf.151.

Not: Bu mektup, bir öneri olarak, Nazım’ın bir başka şiirinin, ‘19 Yaşım’ şiirinin heyecanıyla ve Mehmet Atlı’nın ‘Pismamo’ şarkısının –ki sözleri Cigerxwin'e ait bir şiirdir- kederiyle okunmalı.