Ferit

Kayıpla baş etmek zor. Zor zamanlarda gidenin ardında kalmak daha da zor.

Tarık Akan’ın ölüm haberi bir kara haber gibi yayıldı dün. Sanki onunla birlikte bizlerden, içimizden de bir şeyler kayboldu gitti. Kimisi “çocukluğumuz gidiyor bir bir” dedi, kimisi ölümün ardından sevinenlere bakıp bir kez daha, bin kez daha lanet etti.

Onunla birlikte bir şeyler de kapanan kapıların, bir daha açılmayacak olan geçmişin içine gömüldü sanki.

Çok da şaşırtıcı değil; zor zamanlarda yaşarken. Her kayıp daha bir zor geliyor.

Ama Ferit…

Ferit bir yakındı işte. Sanki elimizi uzattığımızda tutacak üniversiteli abimizdi. Kesin Dev-Yol’cuydu; hafif biraz Deniz’i andırırdı. Uzak, geniş ve derindi.

Naif bir yakışıklılıktı. Karşısındakini ezmeyen, kendini dayatmayan bir selvilikti. Gölgesi, ferahlık arayan herkese yeterdi sanki.

İçinde hiç yaşayamadığımız ama hayalini aklımızda hep döndürüp durduğumuz neşeli ailemizdi Ferit. O ailenin gülüşüydü.

Hafif alaycıydı, muzipti ama son kertede insancıl olandı. Özür diler, mahcup haliyle gönül de alırdı.

Evet, Ferit popüler olandı. Ve popüler olanda popüler olmayanların ve hiçbir zaman da olamayacak olanların açtığı bir gedikti. Oradan kopardıkları bir yürek sevinciydi Ferit.

Çünkü Ferit, jön karakterleri dayatan yapımcı firmalara bir başka Türkiye mücadelesinin gönül rahatlığıyla savurduğu bir “Hadi len oradan!”dı.

Çünkü gariban ama gözü tok bir hanenin kapısını az sonra heyecanla, o güler yüzüyle açacak olandı.

Çünkü zengin çocuğuydu falan ama okulun sıralarına sığmayan bir delidoluluktu Ferit. Hababamdı.

Çünkü Yaşar Usta’nın oğluydu.

Toplumsallığımız, Türkiye’nin toplumsallığı, işte o Ferit’le, her şeye rağmen “iyi” bir hamura sahipti. Habis değildi.

İşte o Türkiye’de Ferit Seyit Ali’ydi, Şivan’dı.

Tüm bunlar, o Feritler ve o Türkiye gitti ellerimizden. Naif, ağırbaşlı, kendini dayatmayan ama bir ihtimal de olsa ferahlık sunan Türkiye gitti.

Şimdi bunu belli belirsiz hissediyoruz ve ölümlere bir başka üzülüyoruz. Bir başka oluyoruz.

Düşünsenize bir! Günümüzün jön karakterleri, o yakışıklı saray çocukları, egemen olana sırt çevirebilir mi? Konforlarını satabilirler mi? Konforları onları satar da onlar rahatlarını satarlar mı?

Gezi günlerindeki birkaç diklenme ne de çabuk geri çekilirverdi bir bakın. Bir ömür sürecek gönüllü direngenliğe yer yok artık yeni Türkiye’de. Varsa yoksa ortalamacılık, günü kurtarma ve boyun eğme var popüler kültürün içinde.

Sıla’nın “Ben yokum”u hepimizi şaşırttı; eyvallah! Ama günümüz popüler müziği içindeki etkin bir figürün tarzını, hayatını değiştirmesine, konforunu tehlikeye atmasına yeter mi günümüzün öfkesi?

Eksik bir şeyler var olan bitenlerin içinde ve bir tek Türkiye’de değil.

Avrupa’daki göçmen fobisine bir bakın. Tamam, insani olan yine var ve sol yardımına koşuyor denizden, karadan, havadan, dört bir yandan gelenlerin. Ama Avrupa’ya ayna tutan bir insanlık eksik değil mi bizzat Avrupa’nın içinde. Varolana kafa tutan, onun sınırlarını zorlayan, yer yer onu tutarsızlaştıran, değişmek zorunda bırakan bir köktencilik eksik değil mi?

Sosyalizm eksik değil mi bunca kötülüğün içinde!

Sürekli çekinik bir tepkiselliğin içinde devinip duruyor insanlık.

Hikâyemiz büyüdü, eksiğimiz de büyüdü.         

“Canım Kardeşim” filminde televizyonu izleyemeden ölen o küçük çocuk gibi öldü olası Türkiye’miz; göz göre göre, eğrisi doğrusuyla dökülen bin bir çabaya rağmen. Bir sınıfın kendini bilmezliği ve öbür sınıfın dinmez açgözlülüğü sayesinde.

Dünün en gerçek açıklamasıydı,“Bazı ölümler ülkeyi saflaştırmalı, bölmelidir!”

Kesinlikle.

Ferit siyah beyaz fotoğraflarına bakıp gençliklerini, bizsiz hallerini merak ettiğimiz anababalarımızdı. Büyülüydü, sevimliydi, az biraz da, nasıl diyeyim, geleceğin bu kadar da kötü olacağını bilemeyendi.

O fotoğraflara bakarak büyüdük biz.

Sağolsun; varsın, Ferit güle güle gitsin…