“Everything little little…”

Sevgili Dostum;

Tüm bu yaşananlar sırasında anladım ki hep yöntemin peşinde olmuşum. Bütünlüklü, kapsayıcı, köktenci, derinlikli, açıklayıcı ve yeni kapılar açan bir yöntemin.

“Bütünlüklü, köktenci bir yöntem açık olamaz!” dediğini duyar gibi oluyorum. Haklı da olabilirsin. Ama teorinin kendisini tartışmaya girmek istemiyorum şimdi. Velhasıl teorinin kendisine dair tartışmalar biraz zor gelir bana. Ama söyleyeyim, Althusser yüzünden. Daha doğrusu Lenin ve Felsefe’si yüzünden. Çünkü teorinin kendisi üzerine tartışmanın aslında yüzeyde gezinmek olduğunu düşünmüşümdür. Bedenin kendisiyle değil de gölgesiyle uğraşmak, gölgeden bedene dair bir kestirimde bulunmaya çalışmak gibi gelmiştir bana. Hâlbuki sanırım hep bedenin kendisine ulaşmayı tercih ettim. Derinlik aradım.

İşte bu nedenle, farkettim ki örneğin mesleki felsefemde, yani psikiyatri felsefesinde bilişsel-davranışçı kurama yakın hissedemedim kendimi. Arkasında bir felsefe, bir gövde yoktur diyemem, vardır. Ama bilişsel-davranışçı kuramın insan davranışlarını, bilişini ve duygularını anlamaya çalışırken yüzeyde kaldığını, derine inemediğini, bütünlüklü, açıklayıcı bir arkaplana sahip olamadığını düşündüm. Neye göre? Psikanalize göre… Psikanaliz bana göre psikiyatrinin hâlâ ve hâlâ temel felsefesi, temel gövdesidir. Onca karmaşaya rağmen. Istırap çeken ve çeşitli belirtiler (semptom) yaşayan insanı anlamanın bütünlüklü ve derinliği olan, çözümleyici yoludur.

Bütünlüklü olma ve derinlik arayışımın karşılığı bir tek psikanaliz mi? Değil. Daha öncesi var. Tarihi ve toplumsalı anlamanın bütünlüklü yolu da Marksizmden geçiyor gibi geldi bana hep.

Ama bir yandan da komik (belki de trajikomik) bir durumun içindeyim. Birisi mesleğime diğeri hayat görüşüme yön veren bu iki kıtayı (yine Althusser’in kulakları çınlasın), bu iki koca gövdeyi bir araya getirmekte o kadar zorlanıyorum ki. Sanki ikisi de ayrı dünyadalar. Hatta ayrı evrendeler.

Senin “Kasma bu kadar. Bunlar farklı meseleler!” dediğini duyar gibi oluyorum. Ama bu tür bir duruma, yani hayatında önemli bir yeri olan iki nesnenin, iki alanın bir araya gelememesine, ayrı ayrı durmasına dissosiyasyon deniyor psikiyatride. Bölme, kopma, dağılma, çözülme de denebilir. Açıkçası, pek hoş değil.

Aslında tekil olaylar, durumlar üzerine düşünürken ikisini (yani insan ve toplum hallerini, süreçlerini anlamaya yarayan iki kıtayı) bir araya getirebilmekle birlikte ikisini bir arada yazmaktan kaçıyorum. Örneğin SYRIZA’yı orta sınıflar üzerinden tüm topluma yayılan huzur (buna istikrar deniyor, biliyorsun) arayışlarının, kaygıdan ve altüst oluştan kaçınma arayışlarının bir ifadesi olarak görüyorum. Seçimleri (temsili demokrasinin aygıtlarını) köklü (analitik-çözümleyici) bir değişimden kaçmak için sarıldıkları histerik bir arzu olarak görüyorum. Lacan’ın 1968 için söylediği sözü geliyor aklıma: “Devrimcilerin aradıkları yeni bir efendi! Ve elbette bulacaklar…”

Ama yine de bu noktada kalırsam lafı ben de dolandırmış olurum. Yani, bu iki kıtayı bir araya getiren bir uğraşa dalmaktan uzak durmama sebep olan kendi kaygımı yazmazsam… Kaygıya çoğunlukla kaçınma da eşlik eder; ben de kaçınıyorum: Çünkü her ikisi de bütünlüklü bir kavrayışı gerektiriyor. Bana soracak olursan, psikanalizi de Marksizm’i de azıcık, kıyısından, köşesinden öğrenmek, bilmek bir sürü tuhaf söyleme, tutuma, bakışa kapı açıyor. Yani bu gövdelerin bütünlüğüne hâkim olmadıkça hata yapılıyor.

Nerede? Her yerde. Siyasal söylemde, insanlık durumlarının (bireysel ya da toplumsal) çözümlenmesinde tuhaf, anlaşılmaz haller ortaya çıkıyor. Sonra, bir de her şeyin üstüne birilerinin tüm bu tuhaflıklarla uğraşması gerekiyor. Ne zaman bu tuhaflıkların yol açtığı bedelleri düşünsem Leo Huberman’ın alaycı ama biraz da biçare serzenişi geliyor aklıma: Hollywood filmlerinin ya da hanedanlarla dolu kitapların karikatürize ettiği Ortaçağ’ı, gerçekte olup biteni anlatmak için kaç kitabın yazılması gerekir?

İşte ben de bu tür tuhaflıklar yığınına katkıda bulunmamak için uzak duruyorum. Ama farkettim ki titizlenmek iyi güzel hoş da çekinmek benden de alıp götürüyor; bütünlük kalmıyor. Bir tür körelme oluyor. İşte bu nedenle tutarlılıktan, bütünlükten, derinlikten yoksun olmaktansa tuhaflıklar yazmayı tercih ediyorum. Artık.

Ama yine de sorabilirsin “Nereden çıktı bu derinlik, bütünlük fasaryası? Bir düşünce parçalı, eksikli olsa neden kötü olsun  ki?” diye. Bu soruya kötülükle ilgili bir yanıt veremem ama eksikli kavrayışların kendimizi ya da toplumu anlamamızı, açıklamamızı ve farkına varıp değiştirmemizi engellediğini düşünüyorum. Örneğin teoloji bana eksikli bir açıklama gibi gelir. Liberal bakışta bir bütünlük bulamam. Ve her ikisi de insanı, toplumu, tarihi anlamamıza, farketmemize, değişmemize engel değil mi? İşte bu nedenle bütünlük, işte bu nedenle derinlik… Çünkü…

Çünkü yakın zamanda farkettiğim durumlardan birisi de bu arayışın bir diğer açıklaması aslında: Etrafımdaki dünya o kadar eksikli ki o eksikliği, o özrü, o aksamayı anlatacak, o aksamanın ahenksizliğine ahenk verecek, düzene sokacak bir bütünlük aramışım. “Kendi yapısını inşa etmek için farklı farklı malzemeleri bir araya getirmeyi başarabilen” bir orkestrasyon gibi düşünebilirsin bunu. Böylesi bir düzenlemeye yatkın zihnim: Psikanaliz ve Marksizm’de bulduğum, bir araya getirmekten imtina ettiğim bu iki alanda gördüğüm bu tür bir düzenlemedir.

Bu nedenle eksikli, köktenci olmayan her çağrı bana uzak düşüyor. Etrafımızdaki bireysel ve toplumsal dokunun da böylesi bir rengi yok mu? Gelip geçicilik, köksüzlük, “yeni” diye eklektizmi öne çıkarmak etrafımızda bol miktarda bulunuyor zaten. Hatta Cem Yılmaz’ın o pek meşhur olan esprisine bile sinmiş değil mi? (Unutma! Espriler aslında bilinçdışının, gerçekin boyverdiği anlardır.)

“Everything little little, right into the middle…”

Hepsinden azıcık azıcık olunca, bana sorarsan sevgili dostum, bir halta benzemiyor. Velhasıl tam ortaya…

İşte öyle… Yeniden merhaba.