Bilimsel düşünce, düşünür gibi olma ve düşünememe

Bu yazı yayımlandığında Bilim ve Aydınlanma Akademisi tarafından düzenlenen “Tarih Boyunca Bilimsel Dünya Görüşünün Gelişimi” yaz okulunun son gününe girmiş olacağız. Biyolojiden fiziğe, tarihten matematiğe başka bir yerde dinleme olanağı bulamayacağımız sunumlar, konuşmalar ve antik dünyanın içine yapılan bir gezi vardı yaz okulunda. Bu sunumlar, tartışmalar ve gezi sayesinde bilimsel düşüncenin tarihsel serüvenine ve güncel durumuna bakabilmiş olduk. Ve “bilimsel düşünce” etrafındaki tartışmalara, yanılsamalara, bu isim etrafında somutlaşan sınıf mücadelelerine de geri dönme imkanı yakaladık.

Biliyorsunuz, solda “bilim-bilimle düşünme” bir taraftan baş tacı edilir. Her tür toplumsal-tarihsel kilidi açan bir anahtar gibidir bilim. Ama bir taraftan da “bilimsel düşünce” tüm kötülüklerin simgesi olarak da görülür. Engels’ten Sovyetler’e bir hat çekilir ve “despotik” örnekler eşliğinde “bilimsel düşünce”nin doktriner ve didaktik olduğu ilan edilir. Gerici düşünce dünyası için ise bilim zaten idealizmin kalesi gibidir. Gerisi hep yalandır. İlginç olan nokta ise şuradadır: “bilimsel düşünce” gerici düşünce dünyası için de doktriner ve didaktiktir.

Bu kesişme sanırım çok temel bir durumu gösteriyor: Bilimsel düşünce de bir mücadele alanı. Hem de bin yıllardır süregiden bir mücadelenin alanı. Geliştiği kadar kötürümleşebiliyor, parladığı kadar sönükleşebiliyor da. Ama çağlar boyunca egemen sınıfların baskılarına, aşağılamalarına ve müdahelesine rağmen varoluyor. Hem de etkisi artarak. Büyüleyici bir serüven bu, tarih boyunca bilimsel düşüncenin gelişimi.

Zaten bilimin ve bilmenin büyüleyici bir yanı var. Hepimizi etkiliyor, heyecanlandırıyor, değiştiriyor. Ama büyü varsa ister istemez ideoloji de orada varoluyor. Çünkü ideoloji, görüntü ve gerçek arasındaki farktan ortaya çıkıyor. Toplumun bilim ile ilişkisinde de bir fazlalık, gerçek ile görüntü farkının fazlalığı var. Büyüleyicilik biraz da buradan geliyor: bilime atfedilen yerin içinde bilimi aşan beklentiler, bilim ile ilişkili olmayan atıflar da var.

Bilimsel düşünce doktriner bulunuyor ama günümüzde bilim bir tür kurtarıcı olarak da görülmüyor mu? Hem de çok yaygın olarak. Mesela bu büyülü beklentiye göre toplumsal belaları, olumsuzlukları toplumsal mücadeleler ile azaltmak, bu olumsuzluklardan mücadele ederek kurtulmak mümkün değildir. Bu sorunları ancak bilimsel ve teknolojik gelişmeler azaltabilir. İklim değişikliğinin nedenlerini ortadan kaldıramayız ama mesela Mars’a yerleşebiliriz. Ne sayesinde? Dünyanın dibine kibrit suyu döken bir bilim sayesinde! Oldukça yaygın olan bu beklentinin en basit formülasyonu “önce eğitim” değil mi?
İşte bilimi ve bilimsel düşünceyi bir mücadele alanı görmek bu tür beklentileri bozuyor ve haliyle de rahatsız ediyor. Yani kendiliğinden olması beklenen bir sürece müdahale edilmesi hoş karşılanmıyor ve doktriner, didaktik bulunuyor: “Siz bilimi tartışamazsınız ki ancak ideolojinize uydurursunuz!” deniyor.

Eyvallah! Ama ilginç olan şu ki bilime böylesi bir güç, hani neredeyse büyüsel bir güç atfeden ve bu örtük ideolojiyi benimseyen geniş kesim, bilim ile ideolojinin yanyana gelmesini hiç sevmiyor. Bu geniş kesim, bilimin ideolojisiz olduğu tezini de sonuna kadar savunmaktadır.

Tamam şunu kabul edebiliriz: bilim tarihinde ideolojinin kaba saba hallerinin bilimin üstüne bindirildiği, bilimin “dar” kalıba sokulduğu örnekler bulunabilir. Düşünülenin aksine bu tür örnekler çok olmasa da bulunabilir. Ama “ideolojiden bağımsız bir bilim” ideolojinin tam da kendisi değil mi? Ve bu ideoloji, bilimi, toplumun bilimle ilişkisini dar bir kalıba sokmuyor mu?

Bilime sihirli bir güç atfedeceksiniz, bilimin tüm kötülüklerin panzehiri olduğunu açık ya da örtülü ima edeceksiniz ama sonra da bilimin böylesi bir gücü olmadığını, sınıf mücadeleleri ve üretim ilişkileri içindeki değişimlerin toplumu değiştirdiğini, bilimin tam da burada olduğunu söyleyenlere “ideolojik” damgasını basacaksınız. Tamam, sıkıcı olmayalım, at gözlüğü takmayalım ama bilimin boşlukta, öylece kendiliğinden varolduğu düşüncesini de reddedelim.

Toplumları bilim değil, toplumsal mücadeleler ve örgütlülük değiştirir. Bu değiştirme sürecinin kendisidir bilimsel düşünce. Komünist hareket ve sosyalizm mücadelesi “bilimsel düşüncenin” iyiden iyiye didaktik hale geldiği örneklerle dolu olabilir (ki değil). Ama cımbızlanarak ve bağlamından koparılarak seçilen bu örnekler üzerinden bilimsel düşünceyi değersizleştirmek iki önemli ve temel özelliği gözardı etmektedir.  
Birincisi, bilim, az ya da çok didaktik bir yan taşır. Yani bilimin, bilimsel düşüncenin, öğrenilmesi ve öğretilmesi gereken bir yanı hep vardır. Bilime, bilimsel bilgiye ve düşünceye öyle kendiliğinden varılamaz. Mutlaka bir okulu, yani az ya da çok didaktik öğretimi gerekir. Ancak, kişi ya da toplum için bilimsel düşünmenin didaktik ve öğretisel yanı zaman içinde geri çekilebilir, önemsizleşebilir ama ortadan kalkamaz. Sosyalizm mücadelesinde bu önemsizleşme süreci şu ya da bu nedenle yeterli derecede gerçekleşmemiş olabilir.

İkinci can alıcı nokta da burada: bu didaktik ve doktriner yan ortadan kalkınca geriye ne kaldı? Son 30 yıldır insanlık tüm bunlardan uzak! Bilim de “bilimsel düşünce baskısından” kurtulmuş durumda değil mi? Bu baskıdan kurtulan insanlık neye kavuştu? Özgürlük? Düşünce ufkunda genişleme? Yoksa egemen sınıfları koruyan, kollayan yeni ve eski tarz düşüncelerin ortaya çıkışını mı yaşıyoruz? Ya da bilimsel gelişmeler neden daha büyük bir zenginliğin sermayeye dönüşmesini sağlıyor?

Yanıtı biliyoruz aslında. Tıpkı Brecht’in Tiyatro İçin Küçük Organon’da yazdığı gibi: “Yeni bilimlerin böylesine olağanüstü bir değişikliği sağlamasına, hepsinden önce çevrenin değişebilirliğini ortaya koymasına bakılıp sanılmasın ki, bu bilimlerin ruhu biz insanların benliğini dolduruyor ve yönlendiriyor onu. Yeni düşünüş ve duyuş biçiminin büyük insan kitlelerinin ruhuna gerçek anlamda işlemeyişinin bir nedeni, doğanın sömürülmesi ve boyunduruk altına alınmasında pek başarılı olan yeni bilimlerin, egemenliğini kendilerine borçlu yeni sınıf, yani burjuvazi tarafından engellenmesidir; bir başka nedenini de, henüz karanlıklar içindeki bir alana el atmaktan, yani doğanın sömürüsü ve doğanın dizginlenmesi sürecinde insanların birbiriyle karşılıklı ilişkileri üzerine eğilmekten alıkonulması oluşturuyor.”