Barış Kitabı için son okuma

Böyle bir sorumluluğum da var; çok değil, yılda bir iki kez, yayınlanacak kitaplar için son okuma yapıyorum. Üyesi olduğum Türkiye Psikiyatri Derneği’nin yayınevi tarafından basılacak kitaplar için. Birkaç meslektaşımla birlikte gözden kaçan yazım hatalarını, dizgi yanlışlıklarını düzeltiyorum. Barış Kitabı da son okumasını yaptığım son kitap. Çok değil, daha geçtiğimiz hafta yayınlandı.

Psikiyatri garip bir disiplin; el mecbur, moleküllerden sokaklara, evlere, ilişkilere, kandırılmalara, vazgeçişlere, acılara, sevinçlere, çaresizliğe ve de umuda, yani neredeyse tüm hayata uzanıyorsunuz. Psikiyatrinin doğası böyle; yapacak pek bir şey yok. Psikiyatrist olunca kendinizi ne laboratuara ne de ameliyathaneye kapatabiliyorsunuz. Hayat dönüp dolaşıp buluyor sizi.

Tabii ki hayat, derneğin yayınlarını da dönüp dolaşıp buluyor. “Örgütsel Bellek” diye yayın çıkaran kaç meslek derneği vardır bilemiyorum? Ya da afet deneyimlerini, etkinliklerini ve karşılaştığı zorlukları kitap olarak basan (Van Kitabı) kaç dernek vardır? Tıp dışında, mutlaka vardır; ama tıp içinde, bilimsel (ki o da Türkiye’de ne kadar mümkünse artık) yayıncılığını toplumsal dertlerinden ayırmayan çok az meslek grubu var. TPD belki bu anlamda tek…

İşte ben de hayatın kapısını sık sık çaldığı bu derneğinin içinde ara ara son okumalar yapıyorum. Kitaplar, paragraflar, satırlar, matbaaya gitmeden önce gözlerimin önünden geçiyor.

Gelelim Barış Kitabı’na…

Kitap, yayına ikisi de psikiyatrist ve akademisyen olan Ayşe Devrim Başterzi ile Tamer Aker tarafından hazırlandı. Psikologlardan halk sağlığı uzmanlarına, siyaset bilimcilerden şairlere eli kalem tutan, aklı barışı arayan geniş bir yazar toplamı da seferber oldu kitap için.

Yola çıkış hikâyesinde ise tabii ki “çözüm süreci” yer alıyordu. Bundan 4-5 yıl önce, silahların susması, ölümlerin durması, çatışmanın konuşulabilir bir olguya dönüşmesi bir grup psikiyatristi harekete geçirmişti. Eğer ufukta bir barış görünüyorduysa, “biz psikiyatristler olarak neler yapabiliriz?” gibi bir soru ortaya atılmıştı.

Bu meramla yola çıkılarak iki yıl önce, ulusal psikiyatri kongresinde “Savaş, Barış ve Psikiyatri” başlıklı oturumlar yapıldı. Bireyden topluma, insanların çatışmalar karşısında duygularını, düşüncelerini ve davranışlarını nelerin, nasıl yönlendirdiğini anlamak ve varsa barış için psikiyatrinin yapabileceklerinin içeriğini düşünmek, tartışmak için… Tedirgin, kırılmaya her an hazır bir iyimserlikle “savaş ve barış” adı verilen devasa bir malzemenin içine, işte o günlerde daldı kitabı hazırlayanlar.

Ve o devasa malzemenin içinden neler çıkmadı ki!

Örneğin kitabın son okumasını yaparken en çok ilgimi çeken bölümlerden birisi bir psikiyatri asistanına aitti. Geçtiğimiz yıllarda kısa süreli gönüllü hekimlik ve dayanışma için Kobane’ye gitmişti meslektaşım. Evet, meseleye siyasi bakışımız pek örtüşmüyordu ama yaşadıklarını yazarken (ya da yazma eylemiyle ilgili de dürüst bir iç değerlendirme yaparken) aktardığı insanlıktan etkilenmiştim. Yazı beni, Yusuf Atılgan’ın “sinemadan çıkmış insan”ına götürdü: “Gördüğü film ona bir şeyler yapmış. Salt çıkarının düşünen kişi değil. İnsanlarla barışık. Onun büyük işler yapacağı umulur. Ama beş-on dakikada ölüyor.” Ne yazık ki…

Sonra Einstein’ın vakti zamanında olan bitenleri anlamak için, mektupla da olsa Freud’un kapısını çaldığını bilmiyordum. İki dünya savaşı arasında kurulan “Uluslararası Entelektüel İşbirliği Enstitüsü”, dünyaca tanınmış aydınların savaş konusunda karşılıklı mektuplaşmaları ve bu mektupların kitap haline getirilmesini amaçlayan bir proje planlamış, o yıllarda. İlk mektubu yazması Einstein’dan istenmiş ve Einstein mektup arkadaşı olarak Freud’u seçmiş; 30 Temmuz 1932 tarihinde “Why War? to Why War?” başlıklı ünlü bir mektup yazmış.

Freud ise Einstein’ın mektubuna “Why War?” başlıklı bir mektupla yanıt vermiş ve biraz da kara bulutların çöreklendiği dünya atmosferini yansıtır biçimde “içimizdeki nefret ve yıkıcılık, savaş tacirlerinin çabalarını yarı yarıya kolaylaştırır” demiş. Düşürülen bir uçağın, patlayan bir bombanın, kıyılarımıza vuran çocukların arkasından takımları gol atmış gibi sevinen ya da en hafifiyle “oh olsun!” diyen milyonların içinde yaşarken Freud’a az bile söylemiş diyor insan şimdi.

Kitabın son okuması, bir yandan da aslında hep gözümüzün önünde olan ama bir şekilde yokmuşcasına yanından öylece geçip gittiğimiz gerçeklerle de buluşturdu beni. Örneğin ölülerini kendi elleriyle gömebilmek isteyen insanlarla, dikili bir mezartaşıyla bir parça huzur bulanlarla, süregiden çatışmalarda oradan oraya savrulanlarla…

Ve dahası… Kafa kesmenin bir tek günümüze ait bir vahşet olmadığını, Malaya’da İngilizlerin ve Cezayir’de ise Fransız lejyonerlerinin ele geçirdikleri komünistlere, bağımsızlık mücadelesi verenlere karşı sık sık uyguladıklarını, dahası önünde hatıra fotoğrafları çektirdiklerini; Alemdar Sineması Vakıasını; savaşın cinsiyetini; barış zamanlarında dahi zaten hemen her zaman saldırı altında olanlara (eşcinseller, hastalar, yaşlılar, çocuklar) savaşın neler yaptığını; farklı ülkelerdeki barış ve hakikat komisyonlarını; açılan, bulunan, peşine düşülen mezarları da kitapta okudum.

İçinde işte böyle bin bir türlü karanlık yer alan kitabın kapağını ise bembeyaz yaptık; kırmızı ve siyahın tonlarını da katarak. Bu ağır malzeme biraz olsun hafiflesin diye… Ama yine de önemli bir eksiği de vardı kitabın. Savaşla ilgili olarak bugünlerde kendisini yeniden belli eden bir gerçeği kitabın bir biçimde unuttuğunu da düşündüm son okumada: Emperyalizmi ve sosyalizmi…

Evet, kitabın çeşitli bölümlerinde kapitalizm, silah sanayisi, emek-sermaye çelişkisi yer alıyordu ama bunlar savaşları, çatışmaları ortaya çıkaran temel bir unsur olmaktan çok başka etkenlerin yanında bir unsur olarak yer alıyordu. Halbuki savaşların arkasında, içinde, önünde emperyalizmi görmemek mümkün mü? Ya da o karanlık günlerden çıkışımızın tek yolunu…

Ve yine o günlerde değil miyiz? Savaşın (belki de uzun bir süredir ertelediğimiz bir savaşın) kapımızı çaldığı günlerde değil miyiz? Hemen her gün onun işaretleri kendini belli etmiyor mu? Savaş geliyor, sanırım. Biz “Barış Kitabı”nı yazarken ve son okumasını yaparken, savaş, zaten bitmemiş olan savaş çıktı geldi sanki.

Psikiyatrinin tüm bu büyük, kirli ve aldatmalarla dolu günler karşısında yapabilecekleri elbette var ama kısıtlı. Ve ne yazık ki kitaptaki birçok yazarın, meslektaşımın temenni ettiğinin aksine çatışmadan kaçış yok. Sanırım tarih böyle tarih oluyor. Çatışmaların birikmesi ve çözülmesi ile…

Geriye dizeler ve şarkılar kalıyor; İbrahim Maalouf’un yanık Ortadoğu nağmelerini trompetine üflediği “Paris” şarkısı ve kitabın da yazarları arasında yer alan bir psikiyatristin, Altan Eşsizoğlu’nun bizi son sürat duvara çarpan dizeleri…

Çocuklara...

Çocuk!
Kötücül ruhlar tekmeleyeli gülüşünü, oldu birkaç bahar.
Yanıldı, gülüşün ayakları altında unutulur sananlar...
Cesedi mezara giremeyen çocukların ülkesi,
Kiminin “yer üstünde” parça parça etleri yapışmış “sınırsız dağlara”,
Kiminin “yer altında” ateşe tutulmuş soluğu,
Kimi bir mezara hasret “kayıp” tenhalarda...
Güneşe gömüleni görülmemiştir hiç.
Her çocuk doğduğu yere, annesinin yüreğine gömülür.
Ölümsüz olanı da görülmemiştir.
Biliyorum, yasları hece hece kazınıyor ömrüme.
Biliyorum, bitemeyen bir yası bıraktılar dizelere.
İsimleri mirastır yaşayabilen çocukların fer fecir gözlerine.
Anladım ki
Yangında ilk kurtarılması gereken içimdeki oyuncaklar,
Kırık dökük olsalar da…
Sıkılmasınlar diye yaslarıyla içime hapsolmuş çocuklar.
Unutmak seyreltiyorsa da,
“Umutarak” çoğalıyor ömür dediğin
Unutarak geçiyorsak da anıların içinden,
“Umutarak” katlanılıyor bugüne
Uyan çocuk!
Yalancıktan ölebildiğini
Ne çabuk unuttun…

Not: Kitaba ve TPD Yayınları’na http://tpdyayin.psikiyatri.org.tr adresinden ulaşılabilirsiniz.