Avanti Musica II: Politik müzikte işitsel eylemler

1994 yılında ABD’li Dont Rhine ve Marco Larsen tarafından kurulan Ultra-red eylemlerde, yürüyüşlerde, işgallerde ortaya çıkan sesleri çoğaltan, yayan ve politik ses etkilerine dönüştüren bir grup. Yayınladıkları albümler, yaptıkları radyo yayınları ve enstalâsyonlar açıkçası biraz tuhaf, biraz sıra dışı. Ortaya çıkan üretim rahat bir biçimde sınıflandırılamıyor. Belli bir kategoriye (ses sanatı, elektroakustik müzik, Ambient ya da siyasi propaganda) kolayca sokulamıyor.

Yaptıkları daha çok ‘işitsel eylemler’ olarak tanımlanıyor. Ultra-red bu eylemlerde militanlığın ateşini kuramların serinkanlılığıyla, sokak eylemlerinin kendiliğindenliğini mekanik düzenlemelerin önceden belirlenmişliğiyle birleştirerek politik faaliyeti sesler biçiminde yeniden üretmeye çalışıyor.

Üretimlerinde insan sesi ağırlıklı yer kaplasa da bu sesler herhangi bir şarkıdaki herhangi bir insan sesi kullanımına benzemiyor. Genelde bir röportaj ya da alan kaydından (eylem, grev, sabah iş bekleyen ameleler, göçmen viranelerindeki kasvetli sohbetler) elde edilen sesler küçük parçalara ayrılıyor, sonra parçalar üst üste bindiriliyor ya da birbirine tutturuluyor.

Ultra-red sesleri kırpıp bozan ilk müzikal girişim değil ama kuram ve eylemi bir arada işlemesiyle de diğer müzikal projelerden farklı bir anlayışa sahip. Açık bir siyasi angajmanın terk edildiği, değersizleştirildiği bir dönemde (reel sosyalizmin çözülüşünden hemen önce ve neo-liberalizmin dalga dalga yükselişinden hemen sonra) Ultra-red’in net bir politik eksene sahip olması sanat kolektifinin dikkat çekici bir yönüdür. Dayanışma, kamusal, devrim ya da reform gibi kavramların ölümünün ilan edildiği bir kesitte Ultra-red bu kavramların simgelediği hayaletleri yeniden hayata döndürmüştür (bknz. Derrida’nın Marx’ın Hayaletleri). Bu nedenle Ultra-red’in siyasi kimliğiyle sadece farklılık kategorisini işgal ettiğini düşünmek eksikli olacaktır.

90lı yılların sonundan itibaren yayınladıkları her albüm bir belgeleme niteliği taşımaktadır. Her albümde toplumsal bir mücadele kayıt altına alınmıştır. Ama aynı zamanda da yaptıkları düzenlemeler kaydın belgelediği mücadelenin sesler içinde yankısını bulan imzasını, kuramsal mührünü de taşımıştır. Bu imzalar ya da mühürler, kâh bir göçmenin yaşadığı yasal zorluklara dair bir cümle olmuştur kâh kentsel dönüşüm çerçevesinde evleri yıkılanların protestosu olmuştur.

2004’ten bu yana Ultra-red kendisini bir ses eylemcileri kolektifi olarak değil de siyasal-estetik bir organizasyon olarak tanımlıyor. Bu bir yeniden tanımlama oyunundan çok kolektifin işleyişindeki bir farklılaşmayı yansıtıyor. Bu farklılaşma bir yandan ses sanatının siyasallaşmasına bir çağrı anlamı taşırken bir yandan da internet ile ortaya çıkan teknik olanaklara gönderme yapmakta.

İnternetin ortaya çıkardığı olanaklara kadar müzik kayıtlarını paylaşmanın birincil yolu bir albüm yayınlamak ve dağıtıma vermekti. Ancak geleneksel müzik anlayışının dışında kalan arayışlar için irili ufaklı plak şirketleriyle çalışmak ya da bağımsız yayın-dağıtım kanalları kurmak hep mali bir risk anlamına geliyordu. Risk ise müzisyenlerin üzerinde bir baskı kaynağıydı. Ultra-red gibi bir sanat kolektifi için ise albüm yayınlamak ve dağıtmak hep sorunludur. Albümleri az ilgi çeker, dergilerde kayıtları hakkında pek yorum yer almaz ve grup performanslara davet edilmez.

Bu nedenlerle Ultra-red piyasanın dayattığı risk baskısını internetin yaygınlaşmasıyla ortaya çıkan olanakları kullanarak aşmaya çalışan grupların ilklerinden. Sanat kolektifi uzun zamandır müzik üretimi ve paylaşımında eksenini albüm yayınlayan ve dağıtan şirketlerin mızmılanmasını dinlemekten farklı bir yöne kaydırmıştır. Kolektif kayıtlarını, kuramsal yazılarını, performanslarını, yaptıkları işbirliklerini son beş yıldır internet üzerinden örgütlüyor, dağıtıyor ve yayıyor. Her kayıtlarına kendi çevrimiçi kurumları olan Public Records üzerinden ulaşılabiliyor.

Örneğin dört albümlük bir seri olarak yayınladıkları “Yoksullara karşı yürütülen savaşın sesleri nedir?” için ses eylemcilerinin dünyanın farklı yerlerinden birer dakikalık kayıtlar göndermelerini istediler. Kayıtlar internet üzerinden toplandı ve yayınlandı. Bu sayede Ultra-red ses eylemcilerinin benzer bir durumun farklı coğrafyalarda vücut bulan karşılığını yan yana getirilmesine aracılık etmiş oldu. Zaten Ultra-red uzun zamandır uluslararası düzlemde çalışan ve buna göre örgütlenen bir kolektif.

Kuramsal arkaplana gelecek olursak Ultra-red üretimlerinin siyaset ile deneysel sanat arasında geçişlere her zaman olanak vermiş heterojen bir toplama dayandığı söylenebilir: Dadaistlerden durumculara, Walter Benjamin’den Louis Althusser’e uzanan eklektik bir solun kuramsal toplamı. Ultra-red bu geçişkenliği sadece müziğin içinde siyasal alan uzanmak için değil, siyasal kuramlara sesle ilgili düşünceleri eklemek için de kullanıyor. Ki bu düşünceler müziğin üretimi ve tüketimiyle ilgili geleneksel kalıpların da sorgulanmasını sağlamaktadır. Bu sayede müzisyen-müzik-dinleyici üçgenine hapsolan konser ya da market raflarına ve tanıdık pohpohlamalarına sıkışan albüm tüketimi elden geçiriliyor.

Aslında Ultra-red sanatın daha fazla siyasal olmasını talep eden bir noktada durmamaktadır. Çünkü sanatın hâlihazırda politik bir eylem olduğunu savunmak sanatın içindeki egemen kurumsallaşma için bir aklanma gerekçesi, özgürlük alanı sağlayabiliyor. Son İstanbul bienalindeki durum bu aklama sürecini çok güzel tanımlamaktadır.

Ultra-red ise sanatın içerdiği siyasetin galerilerde ya da atıl bir işitme ile yeterince temsil edilemeyeceğini savunuyor. Üretimlerini ve eser inşasını vasıfsız amelelerin sabah iş bekledikleri mekânlarda, göçmen bürolarında yapıyorlar. Böylece sesleri bestelemek yerine dinlemenin yeni yollarını oluşturuyorlar. Çünkü sesleri politik bir stratejinin içinde örgütlüyorlar.

İnternet ve mp3 indirme furyasının müzik işindeki risklerin büyük bir kısmını ortadan kaldırmasının bir diğer sonucu ise dünya müziği olarak adlandırılan müzikler için yayılma olanaklarının artması oldu. Böylece kökenini Amerika’dan ya da Avrupa’dan almayan sesler sıradışı yapımlarda işlenebilmeye başladı. ABD’nin yönetim kentinde yaşayan Rob Garza ve Eric Hilton’dan oluşan Thievery Corporation, bu mali kaygı olmadan sesleri keyfekeder işleyebilme döneminin başında (1990ların sonu ve 2000lerin başı) dünya müziği yelpazesinden kopardıkları parçacıklarla çeşitli dans müziklerini birleştirerek popüler olmuştu. O güne kadar hiç kimse dans müziği denen avare tınıları Latin Amerika, Afrika ya da diğer coğrafyaların ritimleriyle birleştirerek yeni bir alaşım elde etmeyi ya denememişti ya da bu hırsızlık şebekesi gibi işin altından kalkamamıştı. Çıkardıkları hemen her albüm dansedilebilir müziğin sınırlarını genişletti.

İkilinin müziği tıpkı ilham aldıkları geniş yelpaze gibi hep eklektik (ya da çok kökenli) bir siyasal arkaplana sahip olageldi. Yayınladıkları albümler her ne kadar dans müziğine getirdikleri yeniliklerle önplana çıkmış olsa da grubun bu yenilikçi tarzının altında hep bir politik öfke, hayal kırıklığı ve yabancılaşma akıp gitti. Örneğin 2005 albümleri (Cosmic Game) "Gelin, burada işe kimin düşman olduğunu saptayarak başlayalım!" ya da "Dünya cayır cayır yanarken kötülük nasıl olur da sırıtabilir?” dedikten sonra “Çözüm Devrim” diyordu. Yani politik çağrı ve sorgulama ikilinin albümlerinde kendine bir yer buluyordu. Ancak ikilinin 2008 tarihli beşinci albümü olan Radio Retallation, şarkıları, konukları, albüm kapağı ve mesajlarıyla baştan sona siyasal bir propaganda olarak planlanmış bir çalışma.

Her albümlerine farklı sesleri konuk eden ve onlarla birlikte çalışan ikili bu albümlerinde de aynısını yapmışlar. Albümün konukları arasında Seu Jorge, Anoushka Shankar ve Femi Kuti yer alıyor. Asya ve Afrika’nın seslerinin temsilcisi olarak. Ama temsil düzeyinde kalan birer vitrin süsü olarak değil. Örneğin kendi albümlerinde de kör göze parmak şeklinde sömürülen, esaret altına alınan kara Afrika’nın durumuna isyan çağrıları yapan Femi Kuti ‘Vampires’ diye kan emicilere öfkesini gönderiyor. Diğer isimler de grubun dünyanın farklı seslerinde buldukları başkaldırı yankılarını temsil ediyor.

Beşinci albümlerini politik müzik açısından önemli kılan ise ikilinin onca yıldan sonra dünyanın farklı yerlerinden sesleri politik bir rotada birleştirmiş olmaları. Müzikal sınırları genişletmek anlamında önceki albümleri kadar yenilikçi olamamasına rağmen sözlerinden konuklarına, kapağından iç tasarımına kadar politize bir albüme imza atmalarını Rob Garza şöyle izah ediyor: “Radio Retaliation açık ve net olarak çok daha belirgin bir siyasi beyanat. Bu noktada, yani adil yargılanma askıya alınmışken, taşerona verilmiş işkence varken, petrol, gıda ve saldırganlık için kanunsuz savaşlar ile ekonomik riz varken isyan etmemek için hiç bir mazeret bulunmamaktadır. Yani etrafınızdaki dünya yanıyorken gözlerinizi kapatmak ve uyumak zor. Bir sanatçıysanız, günümüz sesinizi yükseltmenin en çok gerektiği zamandır.”

İkili dile getirdikleri bu haklı nedenler üzerinden Radio Retallation’da kendilerini "küresel karamsarlık kuşağının mutlak temsilcisi” olarak tanımlıyorlar. Karamsarlığı seçmelerinin nedeni ise binlerce insanla birlikte katıldıkları onca savaş karşıtı, Bush karşıtı etkinlik, konser ve eylemden sonra Irak işgalinin gerçekleşmiş olması, durdurulamamış olması.

Ama kendilerinin karamsarlığa düştüğünü düşünmek yanlış olur. Malum, burjuva siyaseti belli bir düstur içinde, belirli ritüellerle birlikte yerine getirilir. Göz boyama ve şatafat olmazsa olmazdır. Thievery Corporation ise sola tapulu olan siyasal haşarılığı albümle eş zamanlı olarak Amerika’nın en büyük bankasına ait gökdelenin önünde sergilemişti. Önce son albümlerinde yer alan Vampirler şarkısını hoparlörlerden bangır bangır çalmışlardı ve sonra da etraflarına toplanan kalabalığa IMF karşıtı bir konuşma yapmışladır. Karamsarlığa inat, müziğe sonuna kadar yüklendikleri gibi.

Müziğe siyasal yüklenmeleri zaten albüm kapaklarında dahi bulunmaktadır ikilinin: Albüm kapağında Meksika yerlilerinin direniş örgütü olan EZLN’nin altkomutanı Marcos’un portresi yer almaktadır.

www.ultrared.org

www.thieverycorporation.com