Ah nerede o “Good Old Days”

1934 yılının soğuk bir kış gecesidir. Paramiliter silahlı birlikler, yani yaklaşık 17.000 kişi, Viyana’nın hemen kenarındaki işçi mahallelerini bombalarken çok değil iki kilometre ötede, şehrin göbeğinde hanımefendiler ve beyefendiler kahvelerini yudumlamaktadır. Birkaç yıl önce işbaşına gelmiş olan Engelbert Dolfuss, bu durulmak bilmeyen coğrafyada, düzeni, yani huzur içinde kahve yudumlanabilmesi düzenini sağlamayı görev edinmiştir.

İşte Karl Marx Hof’a, sosyal demokratların medarı iftiharı olan bu sosyal konutlar bölgesine bombalar ve kurşunlar yağarken o meşhur kafelere çok yakın bir sokakta toplanan Uluslararası Psikanaliz Birliği olayların sıcağı sıcağına bir bildiri kaleme alıyordu. Bildiri, birlik üyelerinin çatışmalarda taraf olmasını yasaklayan bir talimat da içeriyordu. Süregiden ve gittikçe şiddetlenen karmaşa ve belirsizliğin ortasında zaten topun ağzında olan psikanalistler tarafsız kalmayı doğru bulmuşlardı ama aslında taraflarını da seçmiş oluyorlardı. Çok değil birkaç ay sonra Naziler iktidarı ele geçirecektir.

Aslında Psikanaliz Birliği Freud’un görüşünü kaleme almaktadır. Bu görüşe katılmayanlar (Reich, Adler gibi hasbelkader sol siyasetin, Marksizm’in etkisindekiler) ise Freud ile yollarını çoktan ayırmıştır.

Peki, bu tür toplumsal çatışmalar, kırılmalar ve huzursuzluklar için, tam da içinde yaşarken ne demiştir Freud?

Tek bir çözümü yoktur, Freud’un. Hatta belli bir hattın içinde kalmakla birlikte görüşü, değerlendirmeleri yıllar içinde evrim geçirmiştir. 1914’te yani savaşların şiddetlenmesi ve yayılmasından hemen önce kitleleri transa geçmiş yığınlar olarak görmüştür. Tüm bu yığınlar, ister kutsal değerler için yola çıksın, isterse devrimci mücadele için harekete geçsinler aynı yerdedir: İlkel olana gerilemiş, dürtüsel kalabalıklardır bunlar.

1930lara gelindiğinde ise Freud artık daha da umutsuzdur. Savaşlar, kendi hastalığı ve yakınına, ailesine kadar gelen ölüm, uygarlık denen ve bir zamanlar kendisini de büyüleyen olgular içinde artık daha çok huzursuzluk görmesine neden olur. Etrafındaki aşırılıklar karşısında önerisi teorisinde bir zamanlar yakaladığı radikallikten uzaktır: Siyaset bir aldanmanın, yanılsamalı özdeşimlerin alanıdır; bu nedenle her tür siyasi çağrıya asgari bir mesafede durmak gerekir. Psikanaliz bu tekinsiz dünyanın dertleri karşısında sadece bir içgörü kaynağıdır. O kadar.

Psikanaliz, bu şüpheci, umutsuz ve temkinli halini on yıllar boyunca devam ettirir. Gerçi Amerikan psikiyatrisinin ağırlığını koymasıyla 1970lerde daha liberal bir konuma yakınlaşır: İnsan hakları, özgürlük konularında konuşmaya başlar. Ve hemen ardından da kapitalizm reel sosyalimin boşalttığı alanı büyük bir iştahla fethederken psikanaliz ön saflarda yer alır: Yugoslavya’da “etnik kimlikler” arasındaki çatışmalara eğilir; Doğu Avrupa’da yıllar süren “baskıdan sonra” psikanalizi ayağa kaldırır; Kafkaslarda “grup” eğitimleri düzenler. Tüm bunlar Uluslararası Psikanaliz Birliği’nde ağırlıkları olan Amerikan psikanalistleri, psikanaliz kurumları tarafından yürütülür.

Ama amaç ulvidir: Psikanalizin de içinde geliştiği hür ve demokrat dünyanın gelişimine “mütevazı” bir katkıda bulunmak.

Psikanaliz, tüm bunları yapar ve aslında kafe düzenini kollar. En muhalif olduğu anda bile hanımefendilerin, beyefendilerin huzursuz olmasından açık ya da örtülü tedirgin olur. Şu tekinsiz ve büyük işlerin döndüğü dünyada psikanalizin yapabileceği zaten nedir ki?

İşte böyle diye, diye karşı devrimci projelere en ön safta angaje olmaktan da geri durmaz. Psikanalizin yeri hep o hür dünya olur. Öyle, maceraya ve maceracılara yer yoktur. Özellikle zaman zaman Avrupa’da şekillenen ama çerçevesi hep muğlâk kalan (ve o muğlâklıktan çıkmamak için de direnen) sol çekiştirmeler de zaten maceracılığın ta kendisidir.

Ama tarih bu; siz kaçsanız da macera gelip sizi buluyor. Geçtiğimiz aylarda tuhaf bir şey oldu. Daha doğrusu olmak zorunda kaldı. Amerikan Psikanaliz Birliği üyelerine “Trump hakkında konuşabilirsiniz” dedi. Hem de Amerikan Psikiyatri Birliği ve Amerikan Psikoloji Derneği ile ters düşerek. Evet, bunu doğrudan söylemedi ama tam da O meşhur dördüncü tekil şâhısı işaret etti. Psikiyatri camiasının içinde de geçtiğimiz haftalarda yine bu köşede ele alınan gelişmelerin, tartışmaların yaşanmasına katkıda bulundu.     

Peki, psikiyatrinin, psikanalizin içinde yükselen bu “açık yürekli” Trump karşıtlığı tam olarak ne demektedir? Daha doğrusu neyi söylememektedir?

Söylenmeyen aslında Freud’a yapılan bir çağrıdır: Düzenin olağan işleyişine dönmesi. “Aklıselim” bir başkanın işbaşına gelmesi.

Ne yapacak bu aklıselim kişi? Göçmenleri aşağılamadan aşağılayacak, İran’ı sıkıştırmadan sıkıştıracak, Kore’yi tehdit etmeden tehdit edecek, Ortadoğu’yu karıştırmadan karıştıracak vs. vs.

Günümüzün hemen hemen her tür muhalefeti gibi psikanaliz de aklıselim bir dünya istiyor.

Zamanında Nazileri görmezden gelmek zorunluluktu; Stalin ile Hitleri hür demokratik dünyanın düşmanları olarak aynı kefeye koymak işten bile değildi; soğuk savaşta zaten yapılacak bazı işler vardı; ve 90lar ise muhalif görünüp sonra da genişleyen her tür piyasa olanağından faydalanarak geçmişti. En güzeli ise Obama dönemiydi: Bir yılda 7 farklı ülkeye 26171 bomba atmıştı ama kimse onun aklından falan şüphe etmemişti. Klas adamdı vesselam!

Ve psikanalizin kafelerinde (evet, tabii ki hepsi değil ama çoğunluğunda) hanımefendiler ve beyefendiler şıkır şıkır, tıkır tıkır oturuyordu tüm bu dönemler boyunca.

Ama şimdi hepsi geride kaldı. Durup dururken değil. Zaten hep orada olanın aleni hale gelmesiyle.

E, ne demişler?

Ah nerede o good old days… [*]

Çok ararsınız!

[*] https://twitter.com/SamanthaJPower/status/952270701091868672