Addin

Trianna büyük bir ülkeydi. Büyük ve karışık. Güzel yerleri de vardı, gidenin bir daha uğramak istemeyeceği yerleri de… Farklı farklı insanlar, farklı farklı hayvanlar ve elbette ki farklı farklı bitkiler de yaşardı bu ucu bucağı yokmuş gibi görünen ve iki yakası bir araya gelse o yakayla bu yakanın birbirine hiç benzemediği düşünülecek ülkede. Her şey çeşit çeşitti ya işte, birbirinden farklı halkları da vardı. Bir araya gelseler birbirlerine benzedikleri düşünülmekle birlikte ayrı coğrafyaların insanları oldukları şıp diye anlaşılacak halkları vardı bu koca ülkenin.

Herkesin kendince mutlulukları ve yine herkesin kendince dertleri vardı. Ve elbette ki herkesin kendince çareleri de vardı var olmasına ama Trianna’nın doğusunda yaşayanların ayrı bir derdi vardı. Aslında ayrı demek yanıltıcı olurdu; çünkü birbirine benzemeyen ovaların, göllerin, denizlerin olduğu ülkenin bütün dertleri sanki derlenmiş toplanmıştı da doğuya, oralara yığılmıştı.

Dağlıktı oralar. Hem de nasıl! Dağların yamaçlarına tutunmuş köyler, hani dokunsan düştü düşecekti. Keçiler, katırlar, insanlar patikalardan geçer ve geçit vermez sarp kayalıkları, dik tepeleri bin bir zahmetlerle aşarlardı. Ve oraların insanları en çok belli bir yolu yürüdükten sonra tepeye vardıklarında güneye ve batıya doğru uzanıp giden düzlükleri seyretmeyi severlerdi. Yeri gelir bir kartal olurlar, yeri gelir bir güvercin, o düzlüklere doğru süzüldüklerini hayal ederlerdi; yaralı, bitkin ve ter içinde…

Çünkü hiçbir yere benzemezdi oraların sıcakları. Trianna ülkesinin güneşe en yakın diyarları oradaydı. Hani patikalardan yürüyüp tepeye vardıklarında uçsuz bucaksız düzlüklere bakarlar demiştim ya işte tam oralara vardıklarında sanki ellerini uzatsalar yukarıya, değiverecektiler güneşe. Dokunacaklar ve birden güneşe karışacaklar, kaybolup gideceklerdi sanki. Sıcağa rağmen yine de severlerdi güneşi, dağları ve düşleri.

Yıllar ve belki de yüzyıllar işte öylece geçip gitti. Trianna’nın dertleri değişti ama ülkenin doğusunun dertleri bir gıdım olsun değişmedi. Nasıl değişebilirdi ki? Kentler kurmak, yeni araçlar inşa etmek, insanın, hayvanın, bitkinin içine bakmak mümkündü ama gelin görün ki dağları, güneşi ve kavurucu sıcakları değiştirmek pek mümkün değildi.

Bu dağlık diyarın insanları sık sık Trianna’nın diğer insanlarına, diğer diyarlarına gittiler, seslerini duyurmak için. “Dağları” dediler “biraz traşlasak; biraz daha uzak olsak güneşten ve biraz daha eşit.” “Bizi” dediler “eritip tüketecek. Sokaklarımızda yaşayamaz, tepelerimize çıkamaz, gökyüzüne bakamaz haldeyiz” dediler ama açıkçası pek oralı olan olmadı. Ülkenin başkenti de dâhil çeşit çeşit kentlerine gittiler. Masalardan kapılara, koltuklardan sandalyelere, duvarlardan portrelere her şeye ve herkese dertlerini anlatmaya çalıştılar ama mevsimler gelip geçti ve güneş sanki onlara daha bir yaklaştı. Neredeyse koca bir halk kaybolup gidecekti.

Ama sanılmasın ki kimse onların sesine kulak vermedi; isyancıları unutmamak lazım. Trianna’nın dört bir yanına dağılmış çeşit çeşit isyancılar bu dağlık diyarın dertlerini, eriyip gidişini, eksilişini tüm ülkeye anlatmaya çalışıyorlardı. “Eksilen bir tek onlar değil; biz ve hepimiziz!” diyorlardı ama o koca ülkede bir avuç isyancının sesi ne yazık ki gök kubbede hoş bir seda olarak sonsuzluğa karışıp gidiyordu.

Sonra yavaş yavaş boşaldı bu dağlık coğrafya. Köyleri kayboldu. Işıkları söndü evlerinin. Düşlerden, o sonsuz gibi görünen gökyüzünde kurulan düşlerden neredeyse vazgeçildi. Uçurtmalar kırıldı, tepelerden geçilmez oldu. Güneş her yeri ve her şeyi kavurdu. Bir tek oraları kavurmakla da kalmadı güneş; sıcaklık o diyarın tepelerinden aşağılara indikçe Trianna’nın yeşil kırları da sararmaya yüz tuttu, suları azaldı, denizleri ısındı. Sıcak esaretti, artık ayrılık ve ölüm de eklenmişti.

İşte tam o sıralarda bir haber çınladı boş evlerin duvarlarında, kimsenin uğramadığı yamaçlarda ve kurumuş dere yataklarında. Bir umut, bir kefaret, bir kurtuluş…

O diyarın, o civarın gençleri yeni bir araç yapacaktı. Öncekilerin geçmişte denediği koruyucu tentelerden, gökyüzü şemsiyelerinden farklıydı bu seferki araç. Doğrudan güneşin kendisine gidecekti. Güneşin içine, güneşi birazcık olsun soğutmaya gidecekti. Kimsenin bilmediği sıcaklıklara dayanacak ve Trianna’nın en yüksek tepelerine ulaşan kavurucu sıcakları azaltacaktı. İşte belki o zaman ışıkları sönmüş evler yeniden dolacak, çocuk sesleri ve kanat açıklığınca süzülen düşler gökyüzünü yeniden kaplayacaktı. Büyük umutlarla hummalı bir çalışmaya girişti Trianna’nın bu eriyip giden halkı.

Uğraşlarına isyancılar, daha önce onlara pek kulak vermeyen başka insanlar, başka kentler de katıldı. Hatta başkentte tek tek dolaşıp “kurtulalım bu dertten” dedikleri sandalyeler, masalar ve kapılar da dikkat kesildiler. “Acaba olabilir mi?” diye.

İnşa edilen araç güneşin yanında küçücüktü belki ama neredeyse koca bir kent büyüklüğündeydi Trianna’da. Herkes elbirliği yapmış gece ve de gündüz demeden çalışıyordu. Fizik, kimya, elektronik ve de tarih kılığındaki deneyim emrindeydi bu koca geminin. Gidecek ve soğutacaktı güneşi, dağları, biçare kalmış o diyarı. Bir tek oraları mı? Aslında tüm Trianna’yı.

Sonra garip şeyler olmaya başladı. Geminin inşasında çalışanların, oralarda bulunanların, tepelerden bu koca yapının yükselişini izleyenlerin farkettiği ama kimsenin de birbirine dönüp bir şey söylemediği, belki de herkesin konuşmaktan çekindiği, bu son umudun da yitip gitmesinden koktuğu için sustuğu bir şeyler olmaya başladı.

Sıcaklık artıyordu. Makineler o kadar çok çalışıyordu ki çıkardıkları ısı zaten katlanılmaz olan sıcaklığı daha da artıyordu. Tabii ki sıcağın getirdiği esaret de artıyordu. İnşaat alanından yükselen ses, ışık ve sıcaklık kavruk kayaları, kurumuş toprağı ve yanmış insanları daha fazla etkilemeye başlamıştı. Güneşi soğutacak olan aracın bizzat kendisi ısıtmaya, yakmaya başlamıştı. Neredeyse yeni bir güneş gelip inşaat alanın tam ortasına yerleşmişti.

Ve bir de aracın neden yapıldığı unutulmaya yüz tutmuştu. Muhtelif rivayetler dolaşıyordu ortalıkta. Kimisi gün gelecek ve insanların içine gireceğini söylüyordu kimisi ise çöl iklimine uygun yeni tipte bir kent olduğunu. Büyük bir su tankına ya da dev bir mıknatısa benzetenler de çıkıyordu. Projenin başındakiler dışında söylentiler halka halka yayılıyordu artık.

Esaretten kurtuluş için yapılan geminin inşası esarete dönüşüyordu ki bitti. Yarım yüzyıl kadar sürdü Addin’in inşası. Ve bu yarım yüzyılda onlarca kişi hiç çekinmeden hayatlarını verdi güneşin soğutulmasına. Onları anmak için Addin’in geniş gövdesini her birinin portreleriyle kapladılar. Gemi boydan boya onu yapan sayısız isimlerle ve yüzlerle donatıldı. Bu, neredeyse unutulmaya yüz tutacak bir çabanın zarif bir teşekkürüydü, o cesur insanlara.

Ve fırlatılma günü gelip çattığında geceyi seçtiler özellikle. Biraz daha serin olsun ve Trianna’nın bu artık bezmiş ve de umudun kendisini bile unutmaya meyletmiş insanları, denizleri andıran kalabalıklarla o fırlatılma anında orada olabilsinler diye. Ve bir de Addin’in motorları çalıştığında çıkan ses ve ışık kilometrelerce öteden duyulabilsin, görülebilsin diye.

Öyle de oldu. Addin’in sesi geceyi çınlattı, dağları titretti, uykuya çekilmiş ilgisiz hayatları uyandırdı. Trianna’nın çok uzaklardaki denizleri bile ışıldadı uzaklaşmakta olan roketin alevleriyle. Tüm rivayetler, endişeler ve zaman içinde dayanılmaz ölücülere ulaşmış olan sıcaklık da unutuldu; sanki onlar da Addin’e binip gitmişlerdi.

Tam iki yıl, üç ay sürdü Addin’in yolculuğu. Trianna’nın sıcağa esir düşmüş insanları her gün ve de neredeyse her an izlediler bu yolculuğu. Umut Addin’in gittiği yol kadar büyüdü, Addin’in gittiği gün kadar arttı sabırsızlık.

O büyük günde hepimiz tepelerdeydik. Kavurucu sıcağa aldırış etmeden halaylar dönüyorduk, elimizi uzatsak dokunabilecekmişiz kadar yakın görünen güneşin altında. Düşlerimizi de yanımızda getirmiştik. Addin’in güneşi soğuttuğunda biz de onları bırakacaktık gökyüzüne. Yeniden, eskiler gibi…

Ama olmadı. Addin güneşe yaklaştıkça farklı sinyaller göndermeye başladı önce. Sonra güneşin içine girdi ve kaybolup gitti. Daha doğrusu kaybolup gitmekle de kalmadı. Sanki güneş Addin’le birlikte daha da sıcak oldu. Kavurucu ışığı, dalga dalga gelip düşlerimizi de yaktı. Trianna’nın, bu büyük ve karışık ülkenin bir tek sarp dağlarla kaplı doğusu değil, kendisi de iyice ısındı. O kadar ısındı ki artık geceleri bile soğumuyordu ve gece olsun gündüz olsun Trianna’nın dağları, ovaları, boşalmış sokakları için için yanıyordu.

En sonunda hepimiz her şeyi, denizleri, dağları, kentleri, sarp tepeleri, düşlerimizi terk ettik. Ve binlerce yıllık bir esaretten bir başka binlerce yıl sürecek esaret için mağaralara çekildik. Trianna’yı, güneşi ve de hepimizi değiştiren Addin’i unutarak…