Üniversitelerin Vasisi Kim? TEVFİK ÇAVDAR

Son rektör atamaları beklendiği gibi itirazlarla karşılandı. Özellikle Akdeniz, İstanbul Teknik ve 9 Eylül üniversitelerinde sesler yükseldi. Atamalara son imzayı koyan Cumhurbaşkanı'na eleştiriler yöneltildi. Benzer sahneleri Sezer, Demirel, Özal'ın başkanlık dönemlerinde de görmüştük. Oysa atamalar bir sonuçtu. Bunlara itiraz etmek biçimsel bir sorunla uğraşmak anlamına gelirdi. Sorun, YÖK dediğimiz sistemin kendisinde yatıyordu. Üniversitelerin sahip olması gereken bilimsel özgürlüğü, idari ve mali özerkliği yok eden bu vesayet ve denetim düzeni, oluşturulduğundan bu yana, daima eleştiri konusu olmuştu. YÖK karşıtı eylemler yükselmiş ve bu sistem akademik çevrelerin temel hedefi haline gelmişti. Ne var ki Prof. Erdoğan Teziç'in YÖK Başkanlığı döneminde itirazlar bir adım geriledi. Bunun nedeni, üniversitelerin, AKP'nin dini cemaat ve tarikatları arkalayan uygulamalarına karşın kurtarılmış bölge varsayılmasıydı. Kuşkusuz bu yanlış bir tutumdu. Nitekim Prof. İzzettin Önder ve nice akademisyen bu yanlışın peşine takılmadı, YÖK çıbanına yönelik savaşımlarını sürdürdü.

Bu noktada, Türkiye'deki modern yüksek öğrenimin gelişme aşamalarına kısa bir göz atmakta yarar vardır. Modern diye tanımladığımız, Batı'da rönesansla temelleri atılan, 17. yüzyıldan bu yana, "aydınlanma" diye tanımladığımız bilimsel ve düşünsel gelişmeleri içeren, "determinist" bir içselliğe sahip akademik eğitimin ülkemizde ilk adımı 19. yüzyıl başlarında atılmıştır. Askeri amaçlı mühendishane ve tıbbiye mektepleri önde gelen örneklerdir.

Üniversite kurma düşüncesi 1860'lı yıllarda doğmuş ve Abdülhamit döneminde ise "Darülfünun" (Bilimler Kapısı) adıyla gerçekleşmiştir.

İkinci Abdülhamit, modern eğitim sisteminin temellerini atan ve bu konu üzerinde ısrarla duran kişidir. Onun döneminde Fransız eğitim sistemi hemen hemen aynen uygulanmıştır. Şer'i eğitim düzeninin yanı sıra Mekteb-i İptida-i (ilkokul), Mekteb-i Rüştiye (ortaokul), Mekteb-i İdadi (lise) ve Darülfünun'dan (üniversite) oluşan modern eğitim dizgesi yaşama geçmiştir. 1908 İnkılabı'nı takiben üniversite öğrenimine kızların da alınması gerçekleşmiş ve "Nisa Darülfünunu" açılmıştır. Cumhuriyet'le birlikte üniversite eğitimi (kız ve erkek) karma hale gelmiş ne var ki orta ve lisedeki ayırım uzun süre devam etmiştir.

Üniversite'nin özerkliği, "muhtariyet" kavramı altında İkinci Meşrutiyet'ten sonra devamlı gündemdedir. Örneğin 1924'teki "Darülfünun emini" (rektör) seçimi süresince konu İsmayıl Hakkı (Baltacıoğlu) tarafından ısrarla işlenmiştir. Şurası açıktır ki 1930'lu yıllara kadar üniversite (İstanbul) bilimsel ve de idari muhtariyetini bir ölçüde koruyabilmiştir.

1930'lu yıllarda gerçekleştirilen üniversite reformunda İstanbul Darülfünunu Üniversite adını alırken, akademik statüler, bunlar arasındaki geçişler vb. gibi konular yeniden belirlenmiş ve bir düzene kavuşturulmuştur. Ne var ki özerklik, dönemin "disiplinli hürriyet" anlayışının kalıpları içine hapsedilmiştir. 1940'lı yılların ortasında Dil - Tarih ve Coğrafya Fakültesi'nde üç öğretim görevlisinin, Doç. Dr. Behice Boran, Prof. Dr. Niyazi Berkes ve Dr. Muzaffer Şerif'in görevlerine son verilmesi ile akademik öğretimin denetime alınması gayretinin doruklarından birine ulaşılmıştır.

Bu tarihten sonra da Türkiye'de yüksek öğrenim, iktidarların vesayeti içersinde tutulmak istenmiştir. Adnan Menderes ve DP iktidarı, akademik çevrelerin yükselen muhalefeti, Turhan Fevzioğlu vb bazı profesörlerin CHP'nin bilim kurulunda yer almasının etkisiyle, üniversite üzerinde baskısını arttırdı.

1961 Anayasası'nın açık hükümlerine karşın üniversitelerin bilimsel özgürlüğünü, idari ve mali özerkliğini güvence altına alan bir reform 1980 yılına kadar gerçekleştirilemediği gibi, üzerlerindeki baskı da artmıştır.

1980 sonrasında küresel kapitalizmle ekonomik eklemleşme doğrultusunda ultra liberal bir dizi karar alınırken, siyasal ve akademik alanı denetim altına alacak yasa da yürürlüğe girdi. Akademik yaşamı tüm boyutlarıyla adeta hacir altına alan YÖK kurumu bu aşamada gündeme geldi. Bu kurumun tasarımcısı ise Prof. Dr. İhsan Doğramacı'ydı.

Doğramacı Amerikan tipi tedavi yöntemlerini Türkiye'ye getiren bir çocuk hekimiydi ve Hacettepe Çocuk Hastanesi'nin de kurucusuydu. Sonra bu hastane gelişti ve nihayet Hacettepe Üniversitesi'ne dönüştü. Doğramacı ve hanedanı bugün Hacettepe ve Bilkent üniversitelerinin açık ya da örtülü egemenidir. Tepe Holding gibi bir kurumun da ana ortağıdır.

Bu hatırlatmayı Türkiye'de akademik özgürlük ve özerkliğin hiçbir zaman var olmadığını ortaya koymak için yaptım. A. Gül gibi N. Sezer de listedeki isimleri kendi doğrularına uygun atamışlardır.

Günümüzde ise akademik yaşam çok daha çeşitli güçler tarafından kontrol edilmeye ve yönetilmeye başlanmıştır. Karşımızda, kırk yıl öncesinin devlet üniversiteleri yoktur. Sermaye işe el atmıştır. Ulusal ve uluslararası sermaye kendi istekleri doğrultusunda eğitimi denetlemekte ve yönlendirmektedir. Genel akademik düzeyleri hızla gerileyen ve siyasi bir araç gibi kullanılan Devlet Üniversiteleri gençlere yönelik bir çeşit promosyon görevini yerine getirmektedir. Sayıları on beşi bile bulmayan köklü akademik kurumlar ise adım adım niteliklerini yitirmektedir. Bu koşullar altında YÖK'ün etkisi de ancak devlet üniversiteleriyle sınırlanmış gibidir.

Bugün üç güç akademik yaşamı etkileme ve tasarımlama çabası içersindedir.

&middot Büyük sermaye
&middot Tarikat, cemaat ve vakıf gibi kurumlar
&middot Siyasal iktidar

Bunların içinde en zayıf halka siyasal iktidardır. Devlet bir çeşit ABD tipi koleje dönüşen yani bir anlamda liseleşen il ve kasaba üniversiteleriyle pek yakında baş başa kalacaktır. Ağırlık vakıf ve şirket üniversitelerine geçmiştir. Piyasa koşulları bunu gerektirmektedir.

Görülüyor ki YÖK'ün ve Cumhurbaşkanı'nın yaptığı atamaların üzerinde koparılan fırtına gerçek sorunu dikkatlerden kaçırmaktadır. Küresel kapitalizmin belirlediği işbölümü çerçevesinde akademik kurumlarımız kendilerine düşeni yapacaklar ve nitel sınıflandırılmalarına uyumlu bireyleri yetiştireceklerdir. ABD'de Harvard, Yale, Columbia, UCLA, Berkeley, MIT gibi üst düzey üniversitelerin yanı sıra daha alt düzeyle eğitim veren akademik kurumlar olduğu gibi (eyalet üniversiteleri vb) Türkiye'de de böyle bir işbölümü gerçekleşecektir. Bilimin piyasa koşullarına uygunlaştırıldığı günümüzde eğitim sistemini piyasadan bağımsız olarak ele almak olanaksızdır.

Bu koşullarda bireyleri, kurumları biçimsel olarak hedef almak yerine devrimizin tek belirleyicisi piyasa ve onun has evlatlarına itirazımızı yükseltmeliyiz. TÜSİAD'ın rektör atamalarına yönelik, sözde akademik özgürlük ve özerkliğe önem veren bildirisinin altında yatan gerçek de bir önceki yargımızı pekiştiriyor. Sermayenin sözcüsü olan bu kurum, akademik alan benim egemenliğimdedir, onun çalışmalarının yönünü, yönetim biçimini ben belirlerim yaklaşımını açıkça ifade ediyor. Atamalar sorunu yapay bir oyalamadan başka bir anlama sahip değildir.

Yapılması gereken, bu konuyu tüm boyutları ile deşifre etmek ve toplumcu bir akademik yaşamın modelini tasarlamaktır.