Özelleştirmenin gölgesinde tahliye

Libya’da halk Kaddafi’yi istemiyor. Haklılar. Kendisini düzmece bir “Yeşil Kitap”la devrimci sayan, gerçek devrimin ne olduğundan bihaber olan bu küstah, kırk iki yıldır, halkının tepesinde, bir tiran, bir zulüm makinası gibi kılıcını sallamaktaydı, garip kılığı, her gittiği yere götürdüğü çadırı ile dünya halklarını bir palyaço becerisi ile güldürüyor, ülkesinin petrolü sayesinde hükmünü yürütüyordu. Herkese hakaretler yağdırmakta üstüne yoktu. Zamanında Başbakan Erbakan ve Abdullah Gül de aynı çadırda hor görülmüş, beyefendinin nasihatlarından paylarına düşeni işitmişlerdi.

Halkının bu galeyanı Libya’yı bir kaosun içine sürüklerken orada iş yapan Türk müteahhitlerinin yanında çalışan 25 bin dolayındaki Türk vatandaşı da ölümün ve tacizin kol gezdiği ülkeden kaçmak zorunda kaldılar. Beklediler ki Türkiye onları bu cehennemden çıkarsın, Başbakan emir verdi: “Operasyon sıfır hatayla gerçekleşmeli”.

Tahliye nasıl yapılacaktı? Havayolu köprüsü tek başına yeterli değildi. En güvenilir yol denizden yapılacak bir tahliyeydi. Ne var ki “Devlet Denizyolları” özelleştirildiği için devletin elinde oraya göndereceği yolcu gemisi yoktu. Özel sektörde yolcu gemisi işletmeciliği yanmıyordu, zorunlu olarak İstanbul Büyükşehir’in Marmara’da kullandığı “Deniz Otobüsleri”nden başka gönderilecek bir şey de yoktu. Orhangazi ve Osmangazi adlı iki “feribot” yola çıktı. Hava koşulları uygundu. Yaklaşık 6–7 bin Türk vatandaşını salimen Marmaris’e ulaştırdılar. Kurtulan bir vatandaş soruyordu: “Niye sadece iki gemi yolladılar” diye. Ona başka gemi yoktu diyemediler, utandılar. Zaten o iki feribot da fırtına yüzünden Girit Adasına sığındılar. İş bu kez Askeri Nakliye uçaklarına düştü, şu anda 15 binden fazla vatandaşımız hâlâ kurtarılmayı bekliyor.

Günümüz koşullarında Marmara içinde ve de Gökçeada, Bozcaada gibi Ege adalarına yolculuk bakımından bu feribotların ne denli faydalı olduğu meydanda, fakat bu yarar sahillerdeki kentlerimize yolcu vapurlarının işlememesi için geçerli bir neden değildir. Hem zahmetsiz, keyifli bir seyahat olanağı sağlayacağı için hem de bir dinlenme fırsatı vereceği için bu seyahat tercih edilebilir. Bundan çeyrek yüzyıl evvel, yani 1970 ve 80’li yıllarda bu olanaklar vardı. Birine ailece de katılmıştık.

Cumhuriyetin ilk yıllarından itibaren “Devlet Denizyolları İşletmesi” kurulmuş, Hollanda’dan alınan gemilerle faaliyetine başlamıştı. Akdeniz, Ege ve Karadeniz o günlerin adı çok bilinen gemileriydi. Bunlara daha sonraları Tırhan vb. gibileri katıldı. Alman Denizaltıları Ege, Akdeniz ve Karadeniz’de cirit atarken bu gemilerin seferleri hiç aksamadı. Geceleri gemideki Türk bayrağını aydınlatarak yola devam ettiler.

İkinci Dünya Savaşından sonra Denizyolları, İstanbul – Pire – İskenderiye hattına İstanbul – Venedik – Marsilya hattını da kattı. Bu hatta işleyen en ünlü gemi beyaz rengi ile çağcıl bir “seyahat” aracı albenisine sahip “Ankara” idi. Fransa’ya, İtalya’ya gitmek isteyenler özellikle bu gemiyi tercih ederlerdi. Kaptanının ünü ise tüm Akdeniz’i sarmıştı: Şefik Kaptan. Eskiden boğazda çalışan “Şirketi Hayriye” vapurlarının kaptanlarını tanıyan İstanbullular bu uzak yol kaptanını da bağırlarına bastı düdük çalışlarından, iskeleye yanaşmalarındaki cakadan onu tanırlardı.

Tüm bunlar geride kaldı. Uzak deniz yolculukları bir nostalji olarak anılıyor. Her türlü konfora sahip büyük “Cruise” gemileri ise Norveç fiyortlarını, Alaska’yı Karayipleri görmek için bir tatil mekanı oldu, Atlas Okyanusu'nu aşan ünlü Transatlantik, yolculuğu hala talep görüyor mu? Hiç bilmiyorum, onların yerini dev uçaklar aldı. Ama geminin tadı gene başka. Özlemin eski tadı yok diyeceksiniz. Doğrudur hele 2 – 3 bin kişinin dolduğu, otobüs örneği feribotların hiç tadı yok.

Gelelim en kritik ve vurucu soruya. Biliyorsunuz İstanbul’un ağası Topbaş IDO’yu özelleştirmek niyetinde. Bunun hazırlıklarını yapmakla meşgul. Bu niyetini gerçekleştirseydi Libya’ya gidecek feribotu bile bulamayacaktık. Satma kötü bir tutkudur. Sonunda vatandaşınızı bile satarsınız. Libya tahliyesi bu tehlikenin sinyalini veriyor. Durumu anlayana tabi.

Özelleştirme, neo liberalizmin en önemli silahlarından biridir. Hatırlanırsa Özal seçim konuşmalarında (1983) en fazla bu nokta üzerinde durmuştu. Bu konuşmaları da iki yaklaşımı öne çıkarıyordu: Orta Direk ve satmak. Orta direk kavramı ABD politikasının anahtar sözcüğüdür. Bir yandan sistemin sermayeden yana olduğu böylece unutturulmaya çalışılır diğer yandan gelir ve de özellikle servet dağılımının sorgulanması, bir anlamda, önlenmiş olur.

Özal’la birlikte Türkiye’de tüm iktidarların temel politikası olan “babalar gibi satarım” yaklaşımının aczini son “Libya’dan kaçış” olayı ortaya koydu. Son aşamada “Oruç Reis” vb gibi Deniz Kuvvetleri gemileri, ordu nakliye uçakları devreye girdi. Ne var ki özelleştirme denilen yaklaşımın yarattığı ulusal aciz de ortaya çıktı.

Şu gerçeği bundan böyle bir “amentü” gibi belleyelim: Özelleştirme hem bireysel, hem de ulusal yoksulluğu ve aczi besler. İktidara yaslanmış medya organlarının yüzyılın en büyük tahliyesi diye alkış tutmaları da bir başka cahilliği ortaya kor. İkinci Dünya savaşında Belçika’nın Dunquerk sahilinde, sıkışmış İngiliz ordusunu, İngiliz vatandaşlarının ellerindeki küçük deniz taşıtlarıyla kurtarması ne çabuk unutuldu. Buna benzer daha nice örnek var. Bu bağlamda yineleyim Libya’daki tahliyenin en büyük yararı “özelleştirme” tutkusunun ipliğini pazara çıkarmasıdır.