Nereye Gidiyoruz?

2011 yılı da bitiyor. Tuzu kurular erkenden yıldızlı otellerde yerlerini ayırttılar. Tanınmış ya da doğru deyimiyle medyanın magazin programlarıyla itelediği şarkıcılar otellerin programlarında yer alıyor… Yılbaşı gecesi konaklama ve de ertesi günkü “Brunch” dahil şu kadar lira diye ilan ediliyor… Yığınlar ise piyasanın orman yasaları örneği acımasız işleyişi sonucunda evlerine hapsolmuş, Allah ne verdiyse yeni yılı karşılamaya çalışıyorlar. Dini bütünler de “yılbaşı kutlamak İslam’a uymaz” diye fetva vermekle meşgul. Ne var ki “Kapitalist Küreselleşme” bu “vur patlasın çal oynasın” furyası içinde tüm insanlığı adeta bir cezaevine kapatmış, kendi düzenini daha da baskıyla sürdürmenin rahatlığında, oynayan-zıplayan, gece yarısı ışıkları söndürerek bağrışanları ekranlarda “mutluluk” örneği olarak sergiliyor.

Nereye gidiyoruz. Türkçemizde bir söz vardır: “Bindik bir alamete, gidiyoruz kıyamete” Doğrudur. Tüm insanlığın sindirildiği cehennemi bir kıyamete yuvarlana, yuvarlana sürüklendiğimiz gerçek. Hepimiz, elimiz kolumuz bağlı, acımasız düzenin akıntısında yuvarlanıp, çırpınıp kütüncül bir sona, kapitalizmin mahşerine doğru gitmekteyiz. Hiç kimse bu düzenin var olduğu bir alemde özgürlükten, kendi kaderine sahip olmaktan söz etmesin.

Yakınlarda öğrendiğim bir Arap özdeyişi var, bugünü anlatmak için çok etkin bir örnek: “Tanrı kuşları sevdi ve ağaçları yarattı. İnsan kuşları sevdi ve kafesleri yarattı”. Evet... Biz “küreselleşme” denilen bir kafesin içine hapsedildik. İnsanlığı, hak ettiği bir düzene ulaştırma çabasında olanları tasfiye ederek “Mahşerin Dört Atlısına” teslim ettiler. Meraklısı, B. İbenezin bu adla anılan romanına bir göz atsın ya da MSÜ Sinema Bölümü'nde (eğer varsa) Valentino’nun aynı adlı klasik filmini izlesin.

Nereye gidiyoruz?... Bu soruyu daha bir açık soralım: hapis edildiğimiz küresel kafesimizle nereye götürülüyoruz? Hiç kuşkusuz İrem bahçelerine götürülmüyoruz. Kafeste çırpınsak da kendi irademizi dışında sürükleniyoruz. Küresel kapitalizm, kendini meşru gösterme savıyla oluşturduğu temsili demokrasiyi bile rafa kaldırdı. Siyasal toplumla, sivil toplumun buluştuğu ara kesite bile tahammül edemedi. Demokrasi sözcüğünün vatanı olan, Yunanistan’la işe başladı. Yorgo’nun bu ekonomik tedbirleri halkoyuna sunalım teklifini Neo-Nazi Merkel ile Napolyon bozuntusu Sarkozy bir kenara iterek kendi atadıkları bürokratları Yunanistan ve İtalyan’nın Başbakanı yapıverdiler.

Togliatti, Berlinguer gibi komünist liderleri yetiştirmiş İtalya, Kazancakis’in Yunanistan’ı kendi saygın geçmişlerini inkâra mecbur edildiler. Berlin Duvarını kazma-çekiç yıkanlar, neyi yıktıklarının bugün acaba fark edebildiler mi?

1970’lerin ilk yarısında ağır bir yenilgi alan kapitalist düzen dört elle “neo-liberal” yaklaşıma sarılmıştı. Bu yaklaşımda hedef ekonomik gücün şirketlerin eline geçmesiydi. Şirketokrasi’ye bugün her zamankinden daha yakınız. Yıllar önce bir ABD yapımı film izlemiştim. ABD şirketler arasında paylaşılmış ve bu şirketlerin takımlarının eski Roma’daki gladyatörlerin ölümcül çatışmalarını andıran maçlar yapıyorlardı. Bugün o noktaya neredeyse ulaşmış durumdayız.

Bu koşulların ilk belirtileri ağır, ağır ortaya çıkıyor. Görünen odur ki dünya ve Türkiye adım adım dev şirketlerin egemen olduğu otokratik bir düzenin provalarını yaşamaya başladı. Avrupa’da Merkel-Sarkozy ikilisi Kuzey Ligi (İngiltere, İskandinav ülkeleri) dışında diğerlerini tamamen etkileri altına aldılar. Bu durum devam edebilir mi… Göreceğiz.

Fransız sosyalistleri İspanya, İtalya solcuları ecdatlarının ruhunu çiğnetmezlerse belki küçük bir ümit doğabilir… Nereye gidiyoruz sorusunun yanıtı çok açıktır… Kafese girmekteyiz… Belki de girdik…

Yeni Yıla daha bir uyanık olmak umuduyla hoş geldin demeyi çok isterim… Ne var ki kalkınma yerine büyümeyi rota kabul eden bir iktisadi yaklaşımın mutlu bir geleceğe sahip olmayacağı çok açıkken kimseyi aldatamam.

Not: Bugünlerde yıkılması istenen Emek (Eski adıyla Melek) Sineması, Osmanlı döneminde buz pateni yapılan bir yerdi. Ruşen Eşref, Gazi’nin sık sık bu salonda kayanları seyrettiğini söyler. Tarihi hiç sevmediğimizin güzel bir örneğidir bu yıkım arzusu…