Egemenlik Cehaletindir

Yeni Osmanlı hareketinden günümüze uzanın yüz elli yılı aşkın süre boyunca, demokrasi şu ya da bu şekilde, ülkemizde tartışılmaktadır. Fransız Devrimi bu bağlamda ilk ateşi yakmıştır. Cevdet Paşa, tarih kitabında, uzun uzun Fransızların, devrimi takip eden dönemde, Pera sokaklarında ve “Cadde-i Kebir”de üç renkli kokartlarıyla yaptıkları nümayişlere değinir ve de eleştirir. Ne varki 1789 devrimi ve onu izleyen 1830 ve 1848 işçi hareketleri hatta Marx’ın Enternasyonal çalışmaları, nihayet Paris Komünü Osmanlı Basınında yer almış, İbret gazetesinde yayınlanan (Namık Kemal’in gazetesi) Komün Savunması aydınlar üzerinde derin bir etki yaratmıştır. Birinci ve İkinci Meşrutiyet hareketleri, “Hürriyet” temelinde gelişmiştir. Bu dönemler “Demokrasi” deyimi pek kullanılmamıştır.

1876’deki oluşan “Osmanlı Meclisi Mebusanı”nı oluşturan milletvekillerinin seçiminde kullanılan yöntem, kendi içerisinde bir dizi tutarsızlıkları içermekteydi. Zaten Meclis’in ömrü de iki tam yılı pek doldurmamıştır. İkinci Meşrutiyet’in kullandığı seçimlerde erkeklere oy hakkı tanınmış ve iki dereceli seçim sistemi uygulanmıştır. 1909’dan sonra “Temmuz 1946” seçimine kadar bu yöntem (yerel yönetim seçimleri dışında) uygulanmaya devam etmiştir.

Demokrat Partinin resmen kurulmasından sonra (Ocak 1946) Demokrasi sözcüğü halk arasında yaygınlaşmış ve de Parti’nin adı da “Demirkırat” olarak benimsenmiştir. Bu yazıda 1950 – 2011 arasındaki siyasal gelişime değinecek değilim. Amacım “Demokrasi” kavramının geride bıraktığımız altmış yıl içerisinde sadece “serbest seçim hakkına” indirgendiğine değinmektir. Halk, özellikle emekçiler, ezilenler, çiftliklerde çalışan ırgatlar kısacası büyük bir nüfus “serbest oy” hakkını titizlikle kullanmış ondan sonraki, kendi çıkarlarını da etkileyecek siyasal kararlara sessizce biat etmiştir. Bu nedenle yirmi yıl içerisinde, peş peşe gelen, dış destekli (ABD) darbelere de aynı sükûnette boyun eğmiştir. Tepkisiz, yorumsuz seçim sonuçlarını karşılamış, köşesine çekilmiştir. Zaten, sınıflı toplumlarda egemen sınıfın istediği de budur.

AKP’nin iktidarda bulunduğu son sekiz yıl karşımıza yeni bir uygulamayı daha çıkarmıştır, halka gidelim aldatmacasıyla var olan hegemonyanın pekiştirilmesi, beş ay sonra yapılacağı söylenen “genel seçim” in önemi bu acıdan, daha da büyümüştür.

Bu noktayı daha bir derinliğine irdeleyelim. Değerli Tiyatro Sanatçısı Müjdat Gezen, AKP’nin önümüzdeki seçimde oy oranı ne olabilir sorusunu soran bir gazeteciye %60 demiş. Nedenini de Aziz Nesin’in Türk halkının %60’ı aptaldır yargısına dayandırmış. Yandaş gazeteler kıyameti koparıyor. Halkımıza hakaret ediyor diye. Zaten Aziz Nesin’de mimli, ne var ki Nesin usta bu “aptal” sözünü “cahil” anlamına söylemiştir. Nitekim televizyon ekranlarına yansıyan sokak söyleşileri de bu yargıyı kanıtlamaktadır. Yargının özü şudur: Halkımızın önemli bir çoğunluğu cahildir. Bu yargı okuma yazma bilmiyor anlamında değildir. Temel kültür ve bilgilerden yoksunluğu ifade eder.

Sınıfı toplumlarda “egemenler” yığınların bu cehaletiyle ayakta durur, kendi hegamonyalarını sürdürür. Bunun önde gelen örneği ABD’dir. Bu ülkede şerifler, hakimler, valiler, akla gelebilen her kamu görevlisi “seçimle” göreve gelir. Seçimler yüklü kampanya masrafını gerektirir. O nedenle adaylar kendi kampanyalarını destekleyecek “sponsorlar” ararlar. Daha önceki bir yazımda da, buna değinmiş, son başkanlık seçiminde Obama’nın kampanyasına destek yağarken, Hilary yarışın bitimine az kala sıfırı tüketmişti. Neyse, demem odur ki “demokrasi” denilen sistem böyle bir göz boyayıcılığı, toplumsal hipnoz denemesidir ünlü deyimiyle tabii yerseniz.

Geçtiğimiz hafta televizyon ekranlarını dolduran Mısır olayları yukardaki “Demokrasi” kuşkularını bana anımsattı. Mısır’ın son yüzyılına şöyle bir bakalım. Cemal Paşa kumandasındaki Osmanlı Ordusu, İngiliz işgali altındaki Mısır’ı fethetmek için. Kanal önünde savaşıyordu, yenildi. Mısır İngiltere himayesinde bir krallık oldu. Şişman Kral Faruk, İran Şahı ile karşılıklı kız kardeşlerini birbirilerine vererek bacanak oldular. İkisi de dış güçlerin kuklasıydı. Nasır Kral Faruk’u devirdi, Süveyş kanalını millileştirdi. Buna İngiltere ve Fransa kanlı bir savaşla karşı koydu, İsrail’de altı gün savaşıyla Nasır ordusunu yendi. Nasır dönemi emperyalizmin elbirliği ile sonlandı. Onu Enver Sedat ve Hüsnü Mübarek izledi. Her ikisi de ABD destekliydi. Turgut Özal gibi ABD Başkanlarının “Camp Davit”teki dinlenme mekânlarında ağırlanmışlardı.

Kahire’de sokaklara, meydanlara dökülmüş yığınlar “Mübarek” istifa diyor. Çünkü aç ve işsizler. Ne var ki “Demokrasi”den söz etmiyorlar. Cehalet onları “açlık ve işsizlik” sorunsalıyla sınırlamış. Yığınların önünü açacak, umudunu yeşertecek ilerici bir siyasi parti yok. Müslüman kardeşler görünürdeki tek örgüt. Onlarında yığınları nereye götürecekleri çok açık Cuma günkü Beyazıt Camiinde kılınan gıyabi cenaze namazı bunun küçük bir göstergesi.

Küresel Emperyalizm, kendi çıkarları dışında, halkların isyanlarını görmezden geliyor. İzleyin, Mısır isyanının varacağı nokta bunu kanıtlayacaktır.

Türkiye’de seçim yaklaşırken yanılmış olmayı çok istememe karşın, Mısır’a benzer bir noktaya varacağımız endişesiyle karşı karşıyayız. Eğer anti – emperyalist, ilerici bir cephe kuramazsak yeni anayasayla varacağımız nokta “Mısır”a benzer olacaktır.

Unutmayalım ki “cehalet”e dayanan iktidarlar kendilerine yandaş 19 kişi bulur Kars’taki “insanlık” anıtını da yıkmak için ihaleler açarlar. Fırsat bulsalar Guernica’yı bombalayan faşizmi lanetleyen Picasso’nun ünlü “Guernica” tablosunu da “ucube anlamsız” diye suçlayıp yakarlar. Bize de Ahmet Haşim’in dizesini değiştirerek, “sanattan anlamayan nesle aşina değiliz” demek düşer.