Direnmenin Albenisi

Peter Weis, ünlü kitabında bu albeniyi “Direnmenin Estetiği” olarak niteliyor. Tarih boyunca haksızlığa, zulme, sömürüye karşı yürütülen tüm direnişlerin hayranlıkla izlenen bir “çekici” yönü vardır. Bu yöndür ki ezilenlerin umudu olmuştur. Benim 1930’lu yılların ikinci yarısında başlayan bilinçli izlenimlerim de bu “direniş” öyküleriyle süslenmiştir. İlkokula yeni başladığımda “İtalyan Diktatörü Mussolini’nin adı evimizde sık sık anılırdı. Hele Habeşistan’a yönelik, saldırısı lanetlenerek izlenirdi. “Mare Nostrum” politikası Türkiye’yi yakından ilgilendiren bir tehditti. Sonra bu saldırganlığı yetmezmiş gibi Arnavut devletini topraklarına kattı.

1930’lu yılların bir diğer destansı direniş öyküsü İspanya İç Savaşı'dır. Cumhuriyetçi cephenin yardımına hemen hemen bütün dünya koşmuştu. Ernest Hemingway’in bu direnişi yansıtan “Çanlar Kimin İçin Çalıyor” eseri ülkemizde de yayınlanmış, ne yazık ki filmi 1940’ların sonuna kadar yasaklanmıştı.

“Direniş” bir anlamda geleceğe yönelik bir inancı yansıtır. Böyle bir inanç olmasaydı faşizmin zorbalığını, Hitler’i, Mussolini’yi, Salazar’ı, Franko’yu alt etmek mümkün müydü? Sosyal mücadeleler tarihi Spartaküs’ten bu yana direniş örnekleriyle doludur. En yakın örnekleri Vietnam’dır. Latin Amerika ülkelerinde ki diktatörlere yönelik direniş hareketleridir. Bunlardan biri Brezilya’daki direniş örgütünün lideri, şu anda ülkesinin Cumhurbaşkanı’dır. “Vietkong” direnişi, “ABD”nin tüm silah gücünü alt etmeyi bilmiştir.

Direniş’in albenisi sanat eserlerinin esin kaynağıdır. Goya’nın resimlerinde bunun yansıması etkin bir biçem niteliği taşır. Ya Lorca’nın okuyarak doyamadığımız şiirleri. Her direnişin öyküsü de destansıdır. Nazım’ın “Kurtuluş Savaşı Destanı” da bu bağlamda anılabilir.

Peter Weis, kitabında Bergama Müzesi'ndeki (Berlin’de) rölyefleri yansıtırken günümüze de ışık tutmuştur. Son günlerde Tunus, Mısır vb. İslam ülkelerindeki milyonların feryatları tüm bunları bize hatırlatırken, emperyalist küresel düzenin bu heyecanı nasıl sıfıra indirgediğinin kanıtlarını da sergilemiştir. Şu anda “Tahrir” Alanı'nı dolduranlar “ordunun” yönetime el koyduğunu da öğrenmişlerdir. Nasır, Enver Sedat ve de Mübarek bu ordunun temsilcileri değil miydi? Böylece küresel düzen Mısır halkına bir “horoz şekeri” vermekle istediğini elde etmiştir. Çok uzağa gitmeyelim ülkemizdeki iktidarları aynı küresel düzenin patronu Beyaz Saray belirlemiyor mu?

Bunu bir örnekle açıklayabiliriz. 1960 Darbesi'nden sonra istikrar “İnönü”nün başkanlığındaki koalisyonlarca sağlanmıştır. Ne var ki Adalet Partisi Genel Başkanı olan Emekli Orgeneral ölünce AP’de bir genel başkanlık seçimi zorunlu hale gelmişti. En kuvvetli aday Sait Bilgiç’ti, teşkilata egemendi. Ne var ki ABD bu noktada devreye girdi. Kendi politikaları açısından uygun bulduğu Süleyman Demirel’i sahneye sundu, Demirel’in Başkan Johnson’la çekilmiş resimleri propoganda malzemesi olarak tüm basın organlarına dağıtıldı. 1964 yazında yapılan genel kurulda Demirel Genel Başkan seçildi. O zamanlar çok açık sergilenen bu oyundan ötürü Demirel, uzun süre kamuoyunda Morrison Süleyman olarak anıldı. Mart 1965’de bütçe görüşmelerinde İnönü hükümeti düşürüldü. Yerine Suat Hayri Ürgüp’lü Başkanlığında sağ koalisyon geldi. Demirel bu kabinede Başbakan Yardımcısı olarak yer aldı. O tarihten bu yana Özal, Çiller, Kemal Derviş, nihayet bugünkü AKP iktidarları hangi güce dayanarak siyasal erki oluşturdular. Bir düşünün.

Dönelim “direnmenin” albenisine. Bir önce sergilediğimiz yakın tarih bile kime, neye ve niçin direneceğimizi çok açık ortaya koyuyor. Önümüzdeki üç ayı dikkatle izleyin ve de yinelenen deyimiyle şifrelerini çözmeye çalışın. Bu albeniyi yansıtan bir filmi de bu arada unutmayalım. Bir zamanlar sinema salonlarını dolduran, bugün bile televizyon ekranlarına geldikçe zevkle izlediğim bir film vardır: Casablanca. Nazi fırtınasının Avrupa’yı kasıp kavurduğu yıllarda Fransız yönetimindeki bu kentte yaşamaya ve Nazi zulmünden kaçmaya çalışan mültecilerin öyküsünü anlatır. Olaylar bir Amerikalının işlettiği barda geçer. Belleklerimize Atilla İlhan’ın deyimiyle “mıh” gibi saplanmıştır. Özellikle bir sahnesi. Alman subaylarının bara geldiği gece seslerinin “Marsaillez”le kesildiği sahne, o sahne “direnmenin estetiğine” en güzel örnektir.

Neden anlattım bunları. Belki seksen yılın yaşlanmış anılarına yeniden döndüğüm için. Neden döndüm? Bu da sorulur mu? H. N. Kübalı hoca da “bugün canım ders yapmak istemiyor”, demişti. Kimse de niye diye sormadı…

Not: Gülgeç’i ve onun çizgilerini entelektüel ayıyı, Hacı Deve Junior’u, enflasyon canavarını ve de ağır ağır ilerleyen Marksist kaplumbağayı nasıl unutabiliriz ki… Arayacağız.