Borç Batağı

Küresel ekonominin geldiği nokta tam anlamıyla bir borç batağını andırıyor. İngiltere, İtalya, İspanya vb gibi ülkelerin borç düzeyi trilyon doları çoktan aşmış durumda. İrlanda, Yunanistan gibi AB’nin güçsüz üyeleri ise iflas bayrağını çekmiş, kaderini AB’nin iki devinin dudaklarına bırakmış halde. Ortak para birimi onları bu uçuruma itmiş, ulusal egemenliğin olmazsa olmazı milli para birimini terk etmenin acı sonunu izlemekle yetiniyorlar. Yunan Başbakanının “Merkel-Sarkozy” zebanilerine, “Ne yapmamı istiyorsunuz… Mora’yı mı satalım” diye haykırması tarihe düşülecek bir nottur.
Türkiye’nin, bu bağlamda yakın tarihine uzanan engin bir deneyimi vardır. Osmanlı’nın son elli yılındaki “Düyun-u Umumiye” idaresi ve Osmanlı Bankası'nın oynadığı olumsuzluklar daha anılarımızda tazedir. Cumhuriyet’in daha ilk yıllarında Osmanlı Bankası'nın 10 milyon liralık bir istikraz için çıkardığı engel önce “İş Bankası”nın sonra “Merkez Bankası”nın kurulmasına neden olmuştur.

Temelinde “parasal simyacılığa” dayanan neo-liberalizmin er geç varacağı nokta buydu. Reagan döneminde hayata geçen bu düzen “sermaye” kazançlarından alınan vergi oranlarını iyice düşürmüş buna karşın tüketime dayanan dolaylı vergileri (KDV ve ÖTV) alabildiğince yaygınlaştırmış, bununla da yetinmemiş, içleri hangi değerlerle doldurulduğu fonları yaygınlaştırarak bir çeşit simyacılığa yol açmıştır. Bugün geldiğimiz nokta budur. Ne var ki aynı politikada ısrarlı olunmaktadır. Var olan düzen ancak “borçlanma” ile sürdürülmektedir. AB de bunun acısını çekmeye başlamıştır. O kadar ki AB Merkez bankası “Eurobond” çıkarma kararı vermiştir. ABD Kongresi başkan Obama’ya 1 trilyon dolar (Bu son yıllardaki 21. Yetkidir) borçlanma yetkisi (yani ABD Hazine Tahvili çıkarma yetkisi) vermiştir. ABD bu bonoları başta Çin olmak üzere diğer ülkelere (Türkiye dahil) satmaktadır. Bir başka deyişle ABD’nin kabadayılığı, dünya halklarını finanse etmektedir.

Günümüzde İngiltere, İtalya, İspanya vb gibi ülkeler başta olmak üzere büyük bir “borç kaosu” ortaya çıkmıştır.

Küreselleşmiş dünya ülkelerinin toplam borç yükünün gerçek düzeyini kestirmek pek mümkün gözükmüyor. Sadece Çin’in elinde trilyon doları aşan ABD tahvili var. Bundan önce ülkeler ya “ülkeden-ülkeye” sistemi ile kredi alırlar, ya da IMF, OECD vb gibi kurumlardan kredi alırlardı. Türkiye 1958’de ve 1980’de bu yolla belini doğrultmuş, 1970-76 arasında da kapitalist dünyanın ambargosunu Sovyetlerin yardımıyla aşmıştı.

Bugün Türkiye’nin borç sorunu iki kaynaktan nemalanmaktadır. Özel sektör ve cari açık. Bilindiği gibi son dönem cari açığı 50 milyar doları geçmektedir. Bunun temel nedeni ihraç ettiğimiz ürünlerin temel ara mallarının ithalata dayanmasıdır. Kaba bir hesapla 100-120 milyar dolar düzeyindeki bir ihracat için 160 milyar dolara varan bir ithalata gereksinim vardır. Ayrıca pompalanmış iç tüketim de ithalat gereğini doğurmaktadır.

Bütün bunların yanı sıra yüksek faiz oranlarının cezp ettiği sıcak paranın da yapay bir zenginlik duygusu yarattığı açıktır. Ne var ki ABD’nin son borçlanması sıcak paranın yönünü değiştirmiştir. Son dönemde Türkiye’den birkaç milyar doların kaçtığını resmi ağızlar da ifade etmektedir. Ayrıca 175’in üzerinde yeni bir denge fiyatı bulmaya çalışan dolar kuru da sorunun boyutunu ortaya koymaktadır.

Tüm bu veriler, yakın gelecekte Türkiye’nin “ekonomik” bir darboğaza gittiğini ortaya koyuyor. Ne yazık ki tüm ekonomik varlıklarımızı haraç mezat sattığımız için bu dar boğazı atlatacak güçte bir kamu sektörüne ve ulusal banka varlığına sahip değiliz. Çaresizliğimizi bir “mirasyedinin hovardalığı”na bağlamak sanırım ki yanlış olmaz. Bakalım bu durumdan hangi imam bizi çıkaracak.