“Yüceltmen”liğe giriş: Hiç var olmamış bir yazarın, hiç yazılmamış bir kitabı nasıl övülür?

Diyelim bir kitabı okura pazarlamak, pardon tanıtmak istiyorsunuz. Ama kitabı okuma fırsatı bulamadınız. Olsun ne önemi var? Bu konuda büyük pazarlama mümessillerini örnek almalısınız. Bir kitap hakkında yazı yazmak için mutlaka o kitabı okumak mı gerekir sanki? Hem kim okuyor ki? Ödül verdiği kitabı okumayanların, çevirisine ödül verdiği dili dahi bilmeyenlerin cirit attığı bir edebiyat dünyasında kitabı okumak da ne demek! (Bakınız: Fransızca bilmeden Fransızca çeviriye ödül vermek (1))

Bu yazıyı “kitap eklerinde yazı yazma rehberi” ya da “derinimsi yazılar yazma teknikleri” olarak da okuyabilirsiniz.

*

Şu soruyu sorduğunuzu duyar gibiyim:

“E okumadığım bir kitap hakkında nasıl yazacağım?”

Yazan nasıl yazıyorsa siz de öyle yazabilirsiniz. Kitabı okuyunca zaten herkes yazar; marifet okumadan yazabilmektir! Şimdi bırakın okumayı-okumamayı, hiç var olmamış bir yazarın hiç yazılmamış bir kitabı hakkında güzel bir tanıtım yazısı yazacağız.

*

Var olmayan yazarımızın adı: Tonguç Kundil

Yazılmamış kitabımızın adı: Gergedan’ın Tok Kanadı

Hazırsanız başlıyoruz.

*

Gergedan Kanadında Yolculuk

Ünlü yazar Tonguç Kundil yeni romanıyla yine okuruyla buluşuyor. Okur kitlesinin sabırsızlıkla beklediği yeni romanı Gergedan’ın Tok Kanadı, her zamanki gibi okuru heyecanlı, sürükleyici, şaşırtıcı bir yolculuğa davet ediyor. Daha önce hiç Tonguç Kundil okumamış birisi için yazarın dili yadırgatıcı olsa da Kundil’in kalemini bilen deneyimli okurlar için bu dil, sabırsızlıkla beklenen bir kalemin anlatım olanaklarını zorlayan bir biçem denemesi olarak kendini temelden inşa ediyor.

Gergedanın Tok Kanadı romanı kendini okura hemen teslim eden bir metin değil; okurun onu hak etmesi, emek harcaması, cümlelerinin labirentlerinde ter akıtması gerekiyor. Ancak kitap daha ilk sayfadan, okuyucuya harcayacağı bu emeği için asla pişman olmayacağını belli ediyor. İlk okumada gözden kaçanlar, ikinci veya üçüncü okumada ağa takılabiliyor; Kundil romanlarında, kaçıncı okuma okursa olsun mutlaka okuyucunun algı ağına takılacak bir şeyler mutlaka bulunuyor. Yazar, metnini katmanlandırarak örmeyi tercih etmiş ve bu durum okurun gezinti yaptığı katmana ve okuma düzeyine göre bulacaklarının farklı farklı olmasına zemin hazırlıyor. Böylece bu romanı okuyan her okur, birbirlerinden farklı ve hatta birbiriyle ilgisiz ve değişik tatlar alabiliyor. Bu bağlamda yazarın okuyucuyu da metne katması ile roman, yazarın okuyucuya tuttuğu bir ayna olarak karşımıza çıkıyor. Bu durum, bizim için hiç de şaşırtıcı değil, bir Tonguç Kundil klasiği…

Tonguç Kundil metinlerinin, okuyucuya küçük sürprizler yapmayı seven şakacı metinler olduğunu Kundil okuyucuları olarak zaten biliyorduk. Son romanında ise bu durum adeta bir şölene dönüşmüş. …

Yazı böyle biter ya da uzar gider. Bu yazıyı herhangi bir kitap için yazabilirsiniz.

Tonguç Kundil kim? Ne önemi var ki bunun? Tonguç Kundil’i çıkarın yerine başka bir isim koyun, kim fark edecek?  Fark etse bunu kim yadırgayacak?

*

Yukarıdaki yazıda Tonguç Kundil diye bir yazarın olmaması sizin için sıkıntı yaratacaksa biz de gerçek hayatta var olan bir yazarı ele alırız.

“Var olan” yazarın adı: Elif Şafak

Yazılmış kitabın adı: Ustam ve Ben

Kitap eklerini az çok takip eden okurlar, her hafta bunlardan onlarcasına rastlayabilirler. Haydi biz de piyasa estetiğinden yola çıkalım ve saçma sapan bir yazı yazalım.  

 *

İnsanın Derinindeki Tarih, Tarihin Derinindeki İnsan: Ustam ve Ben

Bu romanda Elif Şafak, insanın büyük yolculuğunu, bir insanla bir filin dostluğunu merkeze alan bir atmosferde şekillendirmiş. E. Şafak kalemi, her şeyden önce bir yolculuk kalemidir;

bir yolculuk ama aynı zamanda bir “varamayış”,

yola çıkma ama “ulaşamama”,

ulaştığı yerlerde “kalamama”, yazarın deyişiyle sürekli bir göçebelik hali… E. Şafak göçebeliğin yazarıdır. Bir insan kaç kere göçebe olabilir?

Aşk romanında hem mekansal bir göçebelik hem de ruhsal bir göçebelik işlenmişti. Bu izlekler, E. Şafak romanlarında sık sık rastladığımız, neredeyse bir E. Şafak karakteristiği izleklerdir diyebiliriz.

Ustam ve Ben romanında da menzili İstanbul’a varan göçebelik Hindistan’dan başlıyor ama İstanbul’da bitiyor mu, bunu söylemek güç. Ustam ve Ben, bir 16. yüzyıl panoraması aynı zamanda. Herkesin çok iyi bildiği, bildiğini sandığı, ilköğretim okullarına, kurumlara, semtlere, ilçelere ismi verilen ve hatta adına üniversite açılmış olan Mimar Sinan, E. Şafak kalemiyle ete kemiğe bürünüyor, insanlaşıyor. E. Şafak kalemi, Sinan’ın yaşamını, kaygılarını, planlarını, kendi içindeki gerilimlerini, mimarlık yaşantısına tanıklık ederken bir yandan da yeniden kuruyor. Ustam ve Ben, ana hikayesiyle ve yan hikayeleriyle Osmanlı tarihinin gizli kalmış bir dönemini aydınlatırken diğer yandan insan ruhunun karanlık dehlizlerine ışık tutuyor. İçeri tutulan her ışık aslında dışarıya tutulmuş bir ışıktır: E. Şafak da bu romanda bunu fazlasıyla doğrulamış oluyor.

Ustam ve Ben tam bir E. Şafak işi; romanda E. Şafak’ın kalem izlerini çok net görebiliyorsunuz. E. Şafak kaleminin mürekkebinden akan kıpır kıpır insanları görüyorsunuz satır aralarında. Öte yandan her romanında bize yeni bir yolculuk olanağı sunuyor, yolculukların asla tükenmeyeceğini anlıyoruz E. Şafak kalemiyle, yol bitse bile yolculuğun süreceğini. Hiç bilmediğimiz “Öteki”ni öğreniyoruz, ötekinin acısına bakmayı, bakmayı ve hissetmeyi, başkalarının acılarının da okşanabileceğini öğreniyoruz. Sonra dostluğun, sadece insanlar arasında ve insanlara özel olmadığını, yaşanmışlıklarımıza bir filin de bir şeyler ekleyebileceğini öğreniyoruz. Kalabalık bir dünyada bir fil ile bir insanın birbirlerine nasıl bağlandıklarını, koskoca dünyaya sığamayanların küçücük bir kalbe nasıl sığabileceğini görüyoruz. Hoşgörüyü öğreniyoruz hoşgörüsüzlüğün yol açtıklarına bakarak. Kaç kitapta bu kadar çok anlatımı bir arada bulabiliriz?

Duru bir dil ve çok katmanlı bir okumayla karşı karşıyayız. Yazarın bu katmanları inşa etmek için ince bir işçilik kullandığı her satırında kendisini gösteriyor. Bu hacimli roman, yazarın yaklaşık üç yıl süren titiz araştırmalarının bir ürünü. Alışılageldik tarihi romanlardan farklı olarak dönemin bütün kültürel bileşenlerine sahicilik katmak için çok emek harcanmış. Evet tarihte geçiyor ama sadece bir tarihi roman diye nitelemek kitaba ve yazara haksızlık etmek olur. Her okuyucunun bu şölende kendine yeni bir tat bulacağından hiç şüphem yok. Keyifli okumalar. 

*

Ne dersiniz? Sizce de kültür endüstrisinin kitap eklerine yakışır akışkanlıkta bir yazı olmadı mı?

Kitabı okuduk mu?

Tabii ki okumadık.

Niye okuyacağız ki?

Ne gerek var? Kitap tanıtım yazısı yazıyoruz diye tanıtacağımız kitabı okuma zorunluluğu, modası geçmiş olan,  “modernitenin dayattığı ortodoks bir paradigma”dır; böyle şeylerden kaçınalım!                                                 

*

Her hafta okuduğunuz bir yığın kitap ekindeki onlarca tanıtım yazılarını hatırlayın: Sizce bu iki tanıtım/pazarlama yazısı onlardan daha mı saçmadır?

*

Ey okur, gerçekten ne okuduğunun farkında mısın?

Taylan Kara

[email protected]

Kaynak

1. http://haber.sol.org.tr/yazarlar/taylan-kara/fransizca-bilmeden-fransizc...