Yerli Sermaye de Ulukışla Madenköy'e

02 Mayıs 2009 günü. Niğde’nin Ulukışla İlçe Merkezi’nde koca bir salon. Çoğu Panel’e konu olan bir maden zenginleştirme tesisinin yapılacağı Madenköy’den yurttaşlar onların yanında Niğde’den ve başka kentlerden gelen yaşam savunucuları ve Ulukışla’nın yörelerine sevdalı aydınları ile dolu. Saatler boyunca bu işletme girişimi ile ilgili mühendislik, hukuk ve çevre sorunları konuşuldu. Coşkulu yurttaşlar bu konuda nasıl bir tavır alınması gerektiğini tartıştı. Panel’den sonra Madenköy’e, sözcüğün tam anlamıyla bir “cennet”e gidildi. Oraya ilk kez gidenler halkın neden her şeye kuşkuyla yaklaştığını, neden kaygılı ve neden kararlı olduğunu anlama fırsatını buldu.

Madenköy yakınındaki bu yatak yeni bulunmuş değil. Gümüşköy’de bulunan cüruflar uzak geçmişte önemli bir madencilik yapıldığının kalıntıları. Madenköy’de ise 1810’da başladığı bilinen bir işletmenin 1908’de maliyetler arttığı ve işçi bulunamadığı için sona erdiği bildiriliyor. O dönemde kendi adına çalışan madencilerin çıkarttığı cevher, başka bir tüccarın kurduğu ilkel bir tesiste yakılan kömürle kavrulur ve elde edilen metal Devlet tarafından satın alınıp İstanbul’a taşınırmış. 1900’lerin başlarında Devlet modern bir fırın kurmuş, ama işçi ve madenci bulmak iyice güçlenince maden 1908’den sonra çalışmamış.
Cumhuriyet’ten sonra İş Bankası ile bir özel girişimcinin kurduğu özel bir şirkete verilen işletmede 1925-28 yılları arasında hazırlık ve tasarım çalışmaları yapılmış ama, işletmeye alınamamış. Şirket işletmeyi başaramayınca, “Devletçilik” te öne çıkınca 1935 yılında sözleşme iptal edilmiş, MTA tarafından arama çalışmalarına başlanmış. Daha o yıllarda madenin simli kurşundan çok, altın kapsamıyla değerli olduğu değerlendirilmiş.
1938yılında MTA adına çalışan bir uzmanın yazdıklarına göre 1680 m yükseltisindeki Madenköy’ün karşısında MTA’nın açtığı galeri 1780 m, bu yöredeki en eski üretim kalıntıları 2500 m ve biraz uzaktaki üretim kalıntıları da 3000 m yükseltilerinde.
1935-1938 yıllarında MTA Enstitüsü Bolkardağ bölgesinde önemli rezervler bulmuş, üretim için galeriler açmış. Kuyular ve ara katlar oluşturulmuş. Ayrıca üretilecek cevheri +1930 yükseltisinden Maden Dere’de kurulacak tesislere taşımak için 500 m de dekovil hattı döşenmiş. Bu hazırlıklardan sonra 1939 yılından Bolkardağ sahası, işletmesi için ETİBANK’a devredilmiş. Ama, İkinci Dünya Savaşı’nın çıkması nedeni ile madenin işletilmesine başlanılamamış. Etibank 1974-1975 yılında yeniden çalışmaya başlamış, eski ocaklar temizlenmeye çalışılmış, ama üretime geçilmeden faaliyetler yine durdurulmuş. Saha Etibank’ça 1987 yılında redövans, bir çeşit kira karşılığı TÜPRAG firmasına verilmiş. Bu firmanın rezerv doğrulama çalışmaları 2 yıl sürmüş, altın ve gümüş fiyatlarının düşüklüğü ve maden üzerindeki Devlet payının yüksekliği(?) nedeniyle bu firma da sözleşmeyi feshetmiş.
Nereden nereye? Kimler emek vermemiş ki burada. Doğanın armağanı olan bu yer altı zenginliğimiz, onlarca kamu görevlisi mühendis ve işçi tarafından, o zor koşullarda ve ne emeklerle incelenip açığa çıkarılmış. Kamu kurumları babalarımızdan ve bizlerden alınan vergilerden ayrılan kaynakları burada harcamış. Şimdi ise, bir özelleştirme ve bir devir işlemiyle bir özel şirketin kâr sağlayacağı bir proje alanı olmuş. Özelleştirme 1998 yılında yapılmış. Yabancıya gitmemiş. Etibank sahayı daha önce MTA mühendisi olarak burada çalışan birisine devretmiş. Bazı sıkıntılar aşılamamış ve o da işletme ruhsatlı bu sahayı 2007’de Gümüştaş AŞ’ne devretmiş.

Oysa bu maden yatağı çok özel. Yerinden ötürü işletme zorlukları varsa da, yatağın ve cevherin özelliklerinden ötürü de işletmeci için bir çok üstünlükleri var.
Madenköy yakınındaki cevherin çoğu bugün, ilk oluştuğu yerinde değil. Buradaki maden yatağı başka yerlerde pek karşılaşılmayan türden. Yatağın büyük bölümü, kireçtaşlarının içinde soğuk ya da sıcak yeraltısuyunun eriterek oluşturduğu mağaralarda birikmiş olan çökeltilerin içinde. Toroslar’da ya da Batı Karadeniz Dağları’nda böyle çok büyük mağara sistemlerinin olduğu biliniyor. Bu sistemlerin kimi yerleri suyla dolu, çoğu yerlerinden ise su akıp geçiyor ve orası genellikle boş kalıyor. Bolkardağları’nın büyük bölümü kireçtaşlarından kurulu olduğu için de bu tür mağara, erime boşlukları, karstik sistemler çok yoğun. Bir anlamda dağ delik deşik. Çok sayıda mağara ve çok sayıda kaynak boşalımı var. Kireçtaşları mağaraları oluşturacak şekilde suda çözünürken suda erimeyen kil ve kum da çökelip mağaraların tabanında birikiyor. Bazı yerlerde mağaralar bütünü ile bu çökeltilerle doluyor. Bu durum, Bolkardağ için önemli çünkü, bu kireçtaşının bazı bölümlerindeki, cevher getiren magmanın etkisiyle oluşan cevher mineralleri de, suda çözünen kalsiyum karbonattan geri kalan tortuların içinde zenginleşerek yeniden birikmiş. Yani, Madenköy’deki cevher yataklarının büyük bölümü aslında mağara dolgularında ve başka yerlerdeki gibi ilk halleriyle, kükürtle yaptıkları bileşikler olan sülfürlü cevher mineralleri şeklinde de değil, oksitli kalıntı mineralleri şeklinde birikmiş. Yatak başka yerlerdekinden çok farklı ve son derece düzensiz yayılan mağara sistemlerinin içinde.
Yukarıda sıralanan özelliklerinden ötürü burası işletmeci için bir dizi üstünlüğü olan bir maden. Bir kere cevher, sözü edilen mağaraların içinde biriken çökellerin içinde. Yer altı işletmesi olanaklı ve ekonomik. İşlerin çoğu yeraltında yapılacağı için de kış mevsiminde de çalışılabilecek. Ana galerilerin dışında sert kaya kazısı hemen hiç gerekmeyecek. Hep yumuşak kaya kazılacak. İşletme süresince 430.000 ton cevher kazılıp çıkarılacak ama, kazılacak kayadan çıkacak ekonomik olmayan kaya, yani pasa çok az. Olanı depolamak için bir yer aramaya, önlem almaya da gerek olmayacak bunlar ocakların işletme sonrası boşalan yerlerine doldurulacak. Madenin metal tenörü yüksek, zengin. Tonda 10 gr altın var. Uşak Kışladağ’da ortalama 1,29 gr/ton’luk cevher işletiliyor, oysa. Gümüş, Kurşun ve Çinko da üretilebilecek. Elde edilecek metal miktarına göre çok az kazı yapılacak. Cevherin içindeki altın, başka minerallerin iç dokularına, çatkılarına saklanmış değil, serbest durumda. Bu da işlemeyi, zenginleştirmeyi kolaylaştırırken kazanım oranını, verimi arttıran bir etken olacak. Tank liçi, siyanürle işlemin kapalı tanklarda yapılabilmesi olanaklı. Üstelik cevherin özelliklerinden ötürü tanklarda işlem süresi kısa ve kullanılacak siyanür miktarı da az. Zenginleştirme işlemi de ucuza gelecek. Üstelik cevherde kükürtlü mineraller olmadığı için bir de bununla uğraşmak, kavurmak ya da ön kimyasal işlemlerden geçirmek gerekmeyecek. Bütün bunlardan ötürü de su gereksinimi, başka işletmelerle kıyaslanamayacak denli az olacak. Atıklarda asit kaya drenajı tehlikesi de az, önlem alma gereksinimi sınırlı olacak. Ocaklarda yeraltısuyu sorun yaratmayacak çünkü, yok. Dağ delik deşik ve yeraltısuyu hızla vadi tabanına kadar iniyor. İşletmenin yapılacağı yükseltilerde su yok. Ocaklardan dışarıya su pompalamak gerekmeyecek. Havalandırma bile gerekmeyecekmiş. Mağara ve bacalar doğal bir havalandırma sağlıyormuş, Gümüştaş’a göre.
Daha ne olsun, ballı börek.
Maden bulunmuş, galeriler açılmış, çok kazı gerekmiyor, madeni işletmek te, cevheri işlemek te çok kolay. Büyük olasılıkla sudan ucuza devir alınmış. Ama, öte yandan altın tarihinin en pahalı dönemlerini yaşıyor onsu 1.000 doları geçti geçecek. Herkesten ucuza mal edip, bu fiyata satmak olanaklı.

Nereden nereye!
Bu şans kime gülmüş? Madenköy hangi küresel sermayenin masasına konmuş? Gümüştaş’ın. Yabancıların değil. Eş dost şirketlerinin de değil. Günümüzün “muhalif”(?) bir sermaye grubunun, Doğan Grubu’nun. O yüzden pek çok kişinin kafası karışık. Hiç kuşkusuz kimi çevreler “bu pasta onlara yedirilir mi?” diye mırıldanıyor. Yine hiç kuşkusuz Hükümetimize ters duruyor gibi görünen böyle bir gruba karşı çıkanlara sıcak davranalım diye düşünen yetkeler de var. “Şirket Kanada şirketi değil, ABD şirketi değil, yerli bir sermaye grubunun şirketi şimdi ne yapacağız?” diye kafası karışanlar da. Emperyalizmin çokuluslu şirketlerinin ya da onlarla eklemlenmiş F tipi yerli görünen şirketlerin yaptıklarını “Ulusal” sermaye yaparsa nasıl davranmalı kararsızlığı, bir süre de olsa kimilerimizi duraksatabilir.
Ama kararsızlık yaratan en önemli soru şu olmalı: “Tamam, kamu, bulduğu ve üretime nerede ise hazırladığı böylesine değerli bir yer altı kaynağını özel kesime devretti. Tamam, bugünkü düzen böyle yer altı kaynakları Devletin, onlarda hepimizin hakkı var ama, özel şirket ya da kişiler bunları çıkarıp kazancı kendilerine alıyor. Düzen bu! Tamam, çıkarılan hammadde ülke içindeki endüstriye girdi olarak kullanılmıyor da, yurt dışına (büyük olasılıkla da değerinden düşük bedelle) satılıyor ülke endüstrisi de gereksindiği metalleri yurtdışından daha pahalı olan borsa fiyatlarıyla alıyor. Ülkemiz, halkımız bundan da zarar görüyor. Tamam, bunlar düzen sorunu siyasal iktidar sorunu. Ama, kim işletirse işletsin bu maden çalışmaya başladıktan sonra ve tükenince işletme kapandıktan sonra buranın insanlarını, havasını suyunu, kurdunu kuşunu, böceğini çiçeğini, kar yağışını, kiraz verimini, …. nasıl etkileyecek?”.

Bu sorunun yanıtı önemli.

Bu sorunun yanıtlarını öngörürken dikkat edilmesi gereken bir dizi konu var.
Dikkat edilmesi gereken ilk konu madenin, işletme ruhsatı eski tarihli, 1987’den önce verilmiş olduğu için ÇED’den, çevresel etki değerlendirmesinden muaf oluşu. Şu anda yalnızca zenginleştirme tesisi için bir ÇED süreci başladı ve bu sürecin de başındayız. Bu nedenle, projenin her aşamasında derin bir dikkatle madencilik işlemlerinin de izlenmesi, olası değişikliklerin peşine düşülmesi gerekli.
Dikkat edilmesi gereken ikinci konu, aslında en önemlisi. Yeraltından çıkarılacak olan cevher kurulacak 72.000 ton/yıl kapasiteli bir tesiste işlenecek. Burada öğütülecek, siyanürle işlem yapılacak, sıcak kireçle işlenecek, başka kimyasallar kullanılacak, atıklar bir depoda toplanıp orada bırakılacak, bu işlemler sırasında su tüketilecek ve atık su oluşacak, havaya toz ve gaz salınacak. Yani bu tesis, çevre için kapladığı yerin küçüklüğü ile orantısız büyüklükte tehditler taşıyor. Bu tesisin çevre etkileri, alınmasına söz verilen önlemler ve bunların yeterliliği yaşamsal öneme sahip. Bu konu da henüz yeterince açık değil. Çalışmaları ve hazırlıkları sürüyor ve ÇED Raporunda bunun ayrıntılarına yer vermeleri gerekiyor.
Dikkate değer bir başka konu da, sahada yapılacak olan su kalitesi analizleri ve hidrojeoloji çalışması için seçilen alanın darlığı. Tanıtma Dosyası’nda analizlerinin yapılacağı ve boşalımlarının izleneceği belirtilen kaynaklar, yalnızca Çiftehan yönündeki Alihoca köyüne kadar karşılaşılan kaynaklar. Yalnızca 10 km’lik bir su akım güzergahı incelenecek. Ama, buradan sonra da aynı karst akiferinde, erime boşlukları ve mağaraların karmaşık ve yaygın bir sistem oluşturdukları kireçtaşlarının içindeki yer altı suyunun yayıldığı geniş bir alanda gözlem ve izleme çalışmaları yapılmayacak. Hiç değilse gelecek için doğru kestirimler yapabilmek üzere ÇED öncesinde yapılacak hidrojeoloji çalışmasının bu yönde yaygınlaştırılması gerekirdi. Çiftehan Pozantı arasındaki büyük ve ünlü Şekerpınar Kaynağı (şişelerdeki Hayat Suyu) da bu kireçtaşlarından, işletmeye 22 km uzakta bu akiferden boşalıyor. Kısacası, bu işletmeden etkilenebilecek olan alan öyle Madenköy-Alihoca Köyü arasındaki vadiyle sınırlı değil. Özellikle yeraltısuyu akımları, olası bir kirliliği çok uzaklara taşıyabilecek.
Bu açıdan dikkat edilmesi gereken önemli bir husus, Tanıtma Dosyası’ndaki “Ocakta su problemi yoktur. Açılan hazırlık galeri ve katları eski MTA galeri ve kuyuları ile mevcut eski karstik mağara ve boşluklara irtibatlanmış olduğundan tabii sirkülasyonla havalandırma sağlanmaktadır.” sözlerinde saklı. Evet işletmeci rahat edecek, dışarıya su basmak zorunda değil. Havalandırmak bile gerekmeyecek. Ama, ocakta dökülecek her sıvı doğrudan yeraltısuyuna erişecek, her katı kirletici yıkanıp yeraltısuyuna erişmede hiç bir güçlükle karşılaşmayacak. ÇED’de her halde buna karşı önlemlerin de olması gerekecek. Şimdilik bundan söz edilmemiş olması dikkate değer. Patlayıcı kimyasallar, iş makinelerinin yağ ve yakıtları, ocak içinde oluşabilecek çalışanların atıkları, vb, yeraltısuyu sistemini kirletmek için denetimi son derece güç tehditler. Ama esas vahim olan, bundan sonra çıkacak pasaların, yani içinde altın, gümüş,kurşun bulunmadığı için işe yaramayacak olan sökülmüş, kırılmış kayaların işi biten yer altı ocaklarında depolanacak olması. Bunların “bir kısmı kireçtaşı, kükürtlü cevher mineralleri burada pek yok” denip geçiştirilemeyecek bir tehlike bu. Çünkü işletmeye konu olan cevher oksitli minerallerden oluşuyor ama, bu ikincil. Asıl cevher minerallerinden türeme. Sahada ilksel cevherli zonlar da var. Bunun keskin sınırlarla sınırlanmadığı da kuşkusuz. Pasada ister istemez ağır metaller ve kükürtlü mineraller, örneğin pirit te, arsenopirit te var. Ve bunlar ocaklara doldurulup yeraltında, gözlerden uzak bir biçimde asit kaya drenajı oluşması ve ağır metal yayılmasına neden olabilecek. Buna karşı alınabilecek bir önlem de yok. Bu tehdit Pozantı’ya, Şekerpınar Kaynağı’na kadar geçerli bir tehdit olacak.
Dikkat gerektiren bir olgu da çıkarılacak cevherin içindekiler. Cevherin, içindeki altın, gümüş, kurşun ve çinkonun dışındaki büyük bölümü, demir oksit ve silisten oluşuyor. Kükürt az, %1’in hemen altında. Ama, Arsenik %2,26 oranında ve çok yüksek. Ayrıca ağır metallerden Antimuan 504 ppm, Kadmiyum 386 ppm, Nikel 94 ppm ve Vanadyum da 64 ppm oranında var ve bunlar çevre ve insan sağlığı için tehlike yaratıcı. Bunların yeraltından sökülüp uygulanacak işlemler sırasında çevreye yayılması son derece tehlikeli.

“Beterin beteri var” derler.
Bu deyişlerle, durum hep başka kötülüklerle kıyaslanıp o duruma katlanılması istenir.
Evet, cevherleşme ve yatağın konum ve biçimi sayesinde madencilik yer altı işletmesiyle yapılacak. Büyük ve derin kazı alanları oluşmayacak. Yalnızca galeri ağızları kapatılsa, geride ne kaza ne de çevreye toz yayan yerler kalmayacak. Yine bu kazılardan çıkan pasaların yığıldığı yüz milyon tonluk kaya yığınları olmayacak. Bunlardan asit kaya drenaj suları akıp çevreye yayılmasın diye başarılı olup olmadığı belli olmayan önlemler almak gerekmeyecek. İşletme sırasında çıkacak pasa az ve ocağın işletmesi bitmiş yerlerine yer altına geri doldurulabilecek. Gözden uzak olacak!
Bütün işletme için yalnızca, 15,73 hektar yalnızca, 157 dönüm arazi kullanılmış olacak.
Cevher zengin ve cevherin özellikleri nedeniyle, cevherin işlenmesi ve içindeki altın, gümüş, kurşun ve çinko gibi metallerin kazanılmasında fazla kimyasal ve fazla su tüketilmeyecek. Gümüştaş adına hamdolsun ki, yer altı ocaklarında su olmayacak ve su çekilip dışarıya boşaltılmayacak. Pek ağaç kesilmeyecek. Yeraltında havalandırma gerekmeyecek ve bir motor da bunun için çalıştırılıp bu vadinin havasına bir de onun egzozu katılmayacak.
Bu iş çok ta fazla sürmeyecek. Proje ömrü, 2 yıl hazırlık, 7 yıl üretim ve yaklaşık 2 yıl kapatma çalışmaları olmak üzere 11 yıl kadar olacak. Ama, sahada arama çalışmaları da sürüyor. İlerleyen dönemlerde rezerv geliştirme çalışmalarıyla birlikte yeni rezervlerin bulunması söz konusu olabilecekmiş. Bu pek olası. Çünkü, zenginleştirme tesisinin amortismanı tamamlanmış olacak. Eklenecek her rezerv çok ucuza işletilebilir olacak. İleride, daha uzaktaki ocaklardan benzer cevherler çıkarılıp buraya taşınırsa hiç şaşılmamalı.
Gümüştaş, Hamdolsun diyebilir, burası gözden uzak, yerleşik nüfus az.
Ama, hamdolsun ki Madenköy ve Alihoca köyleri halkı, Ulukışla’lılar ve Niğde’liler kendilerinin, çocuklarının, çevrelerinin geleceğini önemsiyor, olanları ve olup bitecekleri izliyor.

Çünkü, bunlar olabileceklerin hepsi değil. Tasarlanan işletmenin öyle yanları var ki: Eyvah!
ÇED’e konu olacak olan tesis, yeraltından çıkarılacak cevherin işlenip içindeki hedeflenen metallerin kazanılması için kurulacak. Kimyasallar kullanılacak ve atıklar oluşacak.
Sistemde toz oluşumunun önlenmesi amacıyla su ile spreyleme yapılacak. Su püskürtmenin ne titizlikle yapılacağı konusunda kimse güven veremez. Ne dünyada ve ne de ülkemizde hiçbir maden işletmesinde bu konunun gereken titizlikle uygulandığı görülmemiştir. Öte yandan, tesis yaz kış çalışacak. Kışın, o koşullarda su püskürtülebileceği düşünülemez bile. Belli ki, kırılmış cevherin taşınması sırasında çevreye toz yayılması kaçınılmaz olacak.
Kırılmış cevher, çubuklu değirmen ve ardından siklonlarla kapalı devre çalışan bilyeli değirmene beslenecek. Dikkat ve Eyvah: “Öğütme devresinde siyanür mevcut olacaktır ve burada liç işleminin bir kademesi gerçekleşecektir.” Liç, “çöktürme tankında ve liç tanklarında da gerçekleşecektir. Bütün bu süreçte, bütün bu donanımlarda siyanür olacak. İlerideki liç tankları ve ardıllarında da. Ama, öğütme devresinde, çöktürme tankında, siklon ve titreşimli eleklerde pH denetimi olanaksız! pH denetimi yapılamazsa ne olur. Uşak Kışladağ’da olan olur. Havaya karışan hidrojen siyanür gazı yüzlerce kişiyi zehirleyebilir, hayvanlar ölü ya da sakat doğurabilir, arılar göçebilir, tilkiler ölebilir. Çünkü, pH denetimi yapılamadığında siyanürün çoğu bölümü suda çözünemez olur ve HCN (Hidrojen Siyanür) gazına dönüşür ve havaya karışır. Siyanürün zehirleyici olan bölümü de bu. Bu oluşmasın diye habire siyanürlü suya sönmemiş kireç atılır ki, pH değeri 10,5’a yakın olsun. pH=10,5 olduğunda bile suda çözünmüş olan siyanürün %15’i HCN’e dönüşüp havaya karışır. pH’ı 10,5’a çıkarmak ve orada tutmak ta öyle kolay değil. Yapabilen de, pek yok. pH düştükçe daha çok, daha çok HCN gazı oluşup havaya karışır. HCN’in havada ultraviyole ışığın etkisiyle parçalanıp zararsız bileşiklere dönüştüğü de söylenir ama bu ancak, sıcak ve güneşli yerlerde olur. Herhalde, Alihoca Vadisi’nde, Bolkarların eteğinde değil.
Kuşkusuz seçilmiş olan bu yol, işletmeci adına daha yüksek oranda metal elde edebilmek için. İşletme verimini yüksek tutabilmek için. Hazırlayanlar bununla övünüyor, buna harika bir mühendislik tasarımı gözüyle bakıyor olabilir. Ama, her şey bir yana pH denetimi ve siyanürün sakınımı açısından çok kullanışsız ve Bolkar kireçtaşlarının karst sistemi gibi delik deşik bir sistem, bu. Eyvah!
İşletmede ayda 30 ton Sodyum siyanür, 1,5 ton Kostik (NaOH), 350 ton Kireç (CaO), 0,9 ton
Kireç çözücü, 4,5 ton Diatomit, 3 ton Çinko, 0,6 ton İzabe reaktifi, 1,5 ton Flokülant (köpürtücü), 36 ton Sodyum metabisülfit ve 0,75 ton da Bakır sülfat kullanılacak.
“Bu süreçte …. Siyanür seviyesi de böylece bir miktar düşecektir.” Bir miktar düşecekmiş. Ama, hem ne kadar olduğu ve hem de ne olacağı belli değil.
Tanıtma Dosyası’nda, bu siyanür bozundurmasının çamurun yalnızca sıvı fazında etkili olacağı söylenmiyor. Gizleniyor. Oysa, başka bileşenlerle kompleks bileşikler yaparak katı fazda kalan siyanür bu bozundurmadan etkilenmeyecek.
Tanıtma Dosyası’na göre, Atık Depolama Tesisi ile ilgili gerekli mühendislik çalışmaları, geçirimsizlik özellikleri ve zemin konusunda çalışmalar başlatılmış ve ÇED Raporu’nda gerekli ayrıntılar verilecekmiş. Beklenecek elbette. Ama, Tanıtma Dosyası umut vermiyor. Depoda neyin biriktirileceği çoktan belli ama, açıklanmıyor. Araştırmalar ise bu yapı göçer mi, sızdırır mı sorularını yanıtlamakla sınırlı kalacak gibi.
Tanıtma Dosyası’nın hiçbir yerinde cevherin içinde bulunan %2,26 Arsenik, 504 ppm Antimuan, 386 ppm Kadmiyum, 94 ppm Nikel ve 64 ppm Vanadyum’dan da söz edilmiyor. Bunlar da ADT’de, Atık Depolama Tesisinde ilelebet kalacak. Bunlar yeraltında çevreye yayılma olanağı bulamadan dururken işletme bunları alacak, yeryüzüne çıkaracak, uygulanan kimyasal işlemler sırasında serbestleştirecek ve sonra da Alihoca Vadisi’ne bir armağan olarak bırakacak. Eyvah!
Eyvah, çünkü bunlar azgın kanser yapıcılar. Tozlarla, suyla, topraktan ota, ottan ete süte, oradan insan bedenine kolayca yayılan ağır metal ve metalsiler. Eyvah, çünkü bunlar insanlarda olabilecek her türlü kanseri başlatabiliyor. Belli ki, doğada bir şekilde kararsız da olsa bir denge içinde yer altında konaklamış olan bu şeytanlar, kazılacak, öğütülecek, kimyasal maddelerle işlenecek ve sonra orada nasıl tutulabilecekleri belli olmayan atık depolama tesisinde biriktirilip Ulukışla’dan Pozantı’ya Bolkardağları’nın eteklerinde yaşayanlara miras bırakılacak.
Yukarıda, ocakta dökülecek her sıvı doğrudan yeraltısuyuna erişecek, her katı kirletici yıkanıp yeraltısuyuna erişmede bire güçlükle karşılaşmayacak demiştik. Patlayıcı kimyasallar, iş makinelerinin yağ ve yakıtları, ocak içinde oluşabilecek çalışanların atıkları, vb, yeraltısuyu sistemini kirletecek. Hele, bundan sonra çıkacak pasaların, yani içinde altın, gümüş,kurşun bulunmadığı için işe yaranmayacak olan sökülmüş, kırılmış kayalar işi biten yer altı ocaklarında depolandığında yeraltında, gözlerden uzak bir biçimde asit kaya drenajı oluşması ve ağır metal yayılmasına neden olabilecek. Buna karşı alınabilecek bir önlem de yok. Bu tehdit te Pozantı’ya, Şekerpınar Kaynağı’na kadar geçerli bir tehdit olacak. Ama daha ilk günden Madenköy’ün kullandığı ve ocakların hemen altında kalan içme suyu kaynağı, Karboğazı Kaynağı bundan etkilenecek. Bunun olması çok olası. Eyvah!
Doğa mükemmel değil. Doğanın belki de en düzensiz, en dengesiz yerleri maden yatakları. Koşullar biraz değişince bambaşka süreçler ortaya çıkmaya başlıyor. Bu nedenle doğaya her türlü müdahale bazı dengeleri bozar ve yaşamı ve ekolojik dengeyi tehdit eden süreçler başlar.

Bu açıdan madencilik çalışmaları titizlikle ve bundan etkilenecek olanların bilgisi çerçevesinde planlanıp, ancak onların onayıyla başlatılması gereken çalışmalar. Bu açıdan bakıldığında Madenköy madeninin işletilmesinin, Madenköy, Alihoca, Ulukışla, Pozantı ve Niğde’lilerin istediği, onların yararına bir iş olması gerekmez mi? Daha düne kadar, onlara bir şey soran olmadı. Geldiler, kazmaya başladılar. Geldiler, çiftçinin tarlalarında izinsiz su kuyuları yapmaya başladılar. Topladıkları örneklerin üzerinde yaptıkları testlerden halkın haberi bile yoktu. Topladıkları bilgilerle teknoloji testleri yaptıkları ve proses şemalarını hazırladıkları anlaşılıyor. Bundan da halkın haberi yoktu. Rızalarının, onaylarının alınması bir yana, haberleri bile yoktu. Tanıtma Dosyası’nda bile bazı risklerin olduğu ve ÇED sürecinde bunlara karşı önlemlerin tasarlanacağı söyleniyor. Peki bu riskler kimi tehdit ediyor? Gümüştaş AŞ’nin paydaşlarını mı? Prosesi tasarlayan mühendisleri, doçentleri, profesörleri mi? Ankara’daki Çevre ve Orman Bakanlığı bürokrat ve teknokratlarını mı? Hayır hiç birini değil. Önce bu vadide yaşan birkaç bin kişiyi. Bu vadide yaşayan balık, böcek, sürüngen, memeli, kuş, evcil hayvan, çiçek, ot, ağaç, nasıl bir canlı varsa onları tehdit edecek. Bu vadinin çevresindeki köylerde kiraz yetiştirenleri, kayak ve tırmanış için gelen sporcuları, bu gizli turizmden kazanan Ulukışla’lıları, Hayat Suyu’nu şişeleyen yatırımcıyı ve o suyu içecek olanları tehdit ediyor.

Öyleyse bu işe girişen sermayedarın kim olduğunun hiçbir önemi yok. Yaşamı savunmak için kulaklarını dikince, öğrenince, düşününce, gerektiğinde ayağa kalkıp HAYIR deyince, “Başbakan”ımızın şaşırıp söylediği gibi “Sermayenin dini imanı yoktur”.