Açılımın İncir Yaprağı Düştü: Fırat ve Dicle Sularını AB Yönetecek!

2 gün önce Akşam ve Dünya Gazetesi’nde, Brüksel’den Mahmut Gürer’in bildirdiğine göre “Türkiye, sınırı aşan sularda AB'ye uyumu kabul etti. Müzakerelerde 'Çevre' başlığının açılması karşılığında Fırat ve Dicle havzası AB ile ortak yönetilecek. Türkiye ayrıca İsrail'le de işbirliği yapacak”

Türkiye 10-11 Aralık'ta gerçekleştirilecek AB Zirvesi'nde 'Çevre' faslında müzakerelere başlama konusunda Birlik ile uzlaşırken, önemli sonuçlar doğuracak bir kapanış kriterini de kabul etti. Buna göre, Türkiye'nin 'Çevre' başlığında müzakereleri tamamlamasının ardından, AB'nin Fırat ve Dicle havzasının yönetimi konusunda doğrudan müdahale hakkı bulunacak. AB bu konuya ilk kez 6 Ekim 2004 yılında yayımladığı ve Türkiye için müktesebat olan 'Etki Raporu'nda yer vermişti. Raporun sekizinci sayfasında, üyelik halinde Fırat ve Dicle nehirleri ile bunlar üzerindeki barajların ve sulama planlarının idaresinin uluslararası yönetime bırakılmasının ve bu konuda komşular ve İsrail ile işbirliği yapılmasının Türkiye'den isteneceğine yer verilmişti. Raporda şöyle denmişti: “Ortadoğuda su önümüzdeki yıllarda giderek artan biçimde stratejik bir konu haline gelecektir. Türkiye'nin AB'ye katılımı ile beraber su kaynakları ve altyapılarına (Fırat ve Dicle nehir havzaları üzerindeki barajlar ve sulama sistemleri, İsrail ve ona komşu ülkeler arasında su alanında sınır ötesi işbirliği) ilişkin uluslararası yönetimin AB için önemli bir mesele haline gelmesi beklenebilir.”

SU SAVAŞLARI
Yaygınlaştırılmaya çalışılan korkutucu bir yalan, bundan sonra savaşların kıtlaşan sudan ötürü çıkacağı yalanı Küresel Emperyalizm’in dünya hegemonyasını pekiştirmek için çoktandır kullanmakta olduğu bir araç.

Ama, 4500 yıl önce sulamada kullanılacak suların paylaşımı konusunda iki Sümer kent devleti, Lagash ve Umma arasında çıkmış olan savaştan bu yana gerçek bir “Su Savaşı”ndan söz edilemiyor.

Bunun tersine, 805-1984 yılları arasında suya ilişkin en az 3600 uluslar arası anlaşma imzalanmış. Gerçekten de, suyla ilgili işbirlikleri, çatışmalardan çok daha fazla. Aynı ırmağın kenarında yer alan ülkeler arasında 1918-1994 yılları arasında yaşanan 412 bunalımdan yalnızca yedisinin suyla ilişkili olduğu belirtiliyor. Dünyada 1999 öncesi 50 yıl boyunca “su savaşı” olmamış ama, çeşitli ülkelerin arasında suyla ilişkili 37 askeri eylem yaşanmış. İlginç olan bunun 30’unun İsrail ile komşuları arasında geçmiş olması.

Su Savaşı, Küresel Emperyalizm’in dünya hegemonyasını kolaylaştırmak için herkese benimsetilmeye çalışılan bir hegemonik kavram olarak teşhir edileli on yıldan çok oluyor. Yine de bunu en çok Fırat ve Dicle suları için kullana gelen AB emperyalizmi Türkiye’yi tam da bu noktadan köşeye sıkıştırabilmiş. Bunu bu kadar kolaylaştıran koşullar ne olabilir?

SU ORTADOĞUN HALKLARININ SIRTINDA KAMÇI OLUR
Türkiye sınır aşan sular konusunda yalnızca komşularına su akıtan bir ülke değil. Aras, Meriç, Tunca, vb bir dizi akarsu da başka ülke topraklarından çıkıp ülkemize akıyor. Geçmişte o akarsularla ilgili sorunlar da ortaya çıktı ve gelecekte de çıkabilir. Ancak, nedense AB bunları kendine dert edinmiyor ve üyelik görüşmelerinde bunlarla ilgili koşullar öne sürmüyor. Ama konu Orta Doğu olunca akarsuların yönetiminin kendine bırakılmasını olmazsa olmaz sayıyor.

Oysa her biri bağımsız birer Cumhuriyet olan komşular söz konusu olduğunda akarsuların kullanımının düzenlenmesi hiç te sorun olmuyor. Alın, Aras Nehri’ni. İkisi de emperyalizmin zincirini yeni kırmış olan Sovyetler Birliği ve genç Türkiye Cumhuriyeti daha 1927 yılında aralarında yaptıkları anlaşma (Kars Anlaşması) ile Aras’ın sularını eşit olarak paylaşabilmişlerdi. Çünkü iki taraf ta, emperyalizmin etki alanı dışına çıkabilmişti.

Yetmedi, Türkiye ile Irak 1946 yılında aralarında imzaladıkları “dostluk ve İyi Komşuluk İlişkileri Anlaşması”na göre Fırat ve Dicle sularının düzenlenmesi konusunda da işbirliği yapmışlardı. Bu anlaşmaya göre, bu suların düzenlenmesi için yapılan tesisler aynı zamanda Irak'ın çıkarlarını da korumayı amaçlıyorsa, Irak bu tesisler için yapılacak harcamalara katkıda bulunmayı kabul etmiştir. Öte yandan bu anlaşma, Türkiye'nin kendi toprakları üzerinde suların akışını düzenlemek amacıyla tesisler yapmasına ilişkin egemenlik haklarını sınırlandırmamaktadır.

Suriye ile Türkiye arasında da önce 1921’de yapılan anlaşma ile taraflar Halep’in temiz su gereksinimini karşılamak üzere, Kuveyk çayının suyunu hakça kullanmayı kararlaştırmışlardı. Yine 1921 anlaşması ile, Halep'in su gereksinimi için Fırat nehrinin Türk topraklarındaki bölümünden ek su alması konusu da karara bağlanmıştı. 1939 yılında da Türkiye ile Suriye arasında yapılan anlaşmayla, Türkiye'nin aşağı kıyıdaşı olduğu Asi ve Afrin nehirlerinin sularının eşit olarak paylaşılması kararlaştırılmıştı. Üstelik gerçekte, Suriye'nin kullanımları nedeniyle bu nehirlerden Türkiye'ye su bırakılmamakta idi. İki komşu ülke emperyalizmden bağımsızdı ve bunu kolayca ve dostça becerebilmişlerdi. ABD Emperyalizmi Orta Doğu’da at oynatmaya başlayana ve komşuların arasını bozana kadar.

Türkiye ile Suriye 1987’de de Fırat’tan en az 500 m³/saniye su bırakılması üzerinde anlaşmışlardı. Atatürk Barajı yapılmadan önce yaz aylarındaki ortalama akıum 250m³/s kadar az olabiliyordu. 1991 yazında Fırat’ın suyu 199m³/s’ye düşünce de Türkiye Atatürk Barajı’nı açıp garanti edilen 500m³ suyu salmış ve enerji üretimindeki kayıplarla 500 milyon USD zarar katlanmıştı. Komşular anlaşabiliyor ve su savaşına girişmeden kaynakları kendileri yönetebiliyordu. Ne AB, ne ABD ve ne de İsrail olmadan gerçekleşebilmişti bu “Su Barışı”.

Öte yandan Dicle’nin %70’i ve Fırat’ın %70’i Basra Körfezi’ne boşalırken üç komşu ülke neyi paylaşamazlar. Hayır, Türkiye, Irak ve Suriye ülkelerinin ve halklarının sınır aşan sular konusunda üzerinde anlaşamayacakları çelişen bir çıkarları yok.

Yok ama, olması gerekir. Ki Küresel Emperyalizm Orta Doğu halklarını birbirine düşürebilsin, onları güçsüzleştirebilsin ve su kaynakları kimin umurunda, dünyayı yönetebilsin.

Su kaynakları üzerinde yönetim erkini ele geçiren Emperyalizmin bunu Orta Doğu halkları üzerinde bir kırbaç gibi kullanacağı ise kuşkusuz.

Nasıl mı?

CİĞER KİME TESLİM EDİLİYOR?
İSRAİL’İN FIRAT VE DİCLE İLE NE İLGİSİ VAR?
Fırat ve Dicle nehirleri Türkiye’den doğup Suriye ve Irak topraklarından akıp Basra Körfezi’ne dökülüyor. AB bu akarsuları denetlemek istiyor ve bunun için baskı yapıyor. Tamam da, AB neden bu üst yönetimde İsrail’in de yer almasını istiyor. İsrail’in buy su kaynaklarından yararlanması olanaksız. Bunlar üzerinde bir hak iddia edebilecek durumda, konumda da değil. Adı neden geçiyor? Neden İsrail’in de müdahalesi dayatılıyor? İsrail “Su Barışı”nda, sınır aşan suların hakça paylaşımında mı deneyimli?

Ne gezer. İsrail suyu komşu halklar üzerinde bir kırbaç, bir silah, bir yıkım aracı olarak kullanmakta deneyimli.

Ürdün Havzası’ndaki su kaynaklarının çekişme konusu oluşu İsrail’in kuruluş dönemine kadar uzanıyor. İki ana nehir olan Ürdün ve Yarmuk nehirlerinin sularından yararlanılmasını çatışma konusu olarak kullanıyor İsrail. 1967 Savaşı’ndan sonra bu gerilim daha da yükseliyor. Çünkü Golan Tepelerini ele geçirip Ürdün sularını Galile Denizi’nden Necef Çölü’ne çevirerek bu nehrin suları üzerinde mutlak egemenlik kuruyordu. Ürdün’ün kayıpları Yarmuk Nehri’nde de ortaya çıkıyor. O sıralarda inşa edilmekte oklan Mukeyba Barajı ve Doğu Gor Kanalı da İsrail ordusu tarafından yıkılıyordu. Bunların yeniden yapımı için gerekli olan yardımlar da Dünya Bankası’nda İsrail tarafından engelleniyordu. Öte yandan, İsrail Yarmuk Nehri’nin sularını da kendi büyük kanalına pompalayarak çalıyordu.

Dünyada 1999 öncesindeki 50 yıl boyunca çeşitli ülkelerin arasında geçen suyla ilişkili 37 askeri eylemin 30’unun İsrail ile komşuları arasında geçmiş olması yeterince uyarıcı değil mi? Askeri saldırılar arasında İsrail’in 1960’te Suriye’nin Ürdün nehri yukarı kesiminde başlattığı “Tüm Araplar İçin Su” projesinin bir parçası olan çevirme yapılarını yıkışı anılabilir. İsrail’in Batı Yakası’nı işgal altında tutmasının temel nedeninin, buradaki birkaç katlı yeraltısuyu akiferlerini denetim altında tutmak olduğu anımsanabilir. Yenilerde inşa edilen beton duvarın da verimli yeraltısuyu kuyularını İsrail tarafında bırakacak şekilde zigzaklı yapılmış olması unutulmamalı.

Su tek başına savaş nedeni olamazdı. Ama, çatışmalarda Filistin’in su kaynaklarına el koymak ya da komşu Arap ülkelerinin su yapılarına zarar vermek hep İsrail’in bir bölgesel hegemonya taktiği olarak kullanıldı.

Emperyalizm şimdi de İsrail’in bu deneyiminden yararlanmak istiyor belli ki. Mezopotamya ırmaklarının suyunun yönetiminde de İsrail yer alacak.

Nerede “Van Minut”?

TÜRKİYE KADAR SURİYE VE IRAK’IN DA HÜKÜMRANLIK HAKLARINA EL KONUYOR
Türkiye’ye dayatılan bu Düyunu Umumiye, bu su kaynaklarının yönetimine el koyma zorbalığı bir yanıyla Irak ve Suriye’nin de bağımsızlığının yok sayılması anlamına geliyor. Artık, bu suların yönetiminde her üç ülkenin hükümranlık hakları ortadan kaldırılmış oluyor.

Artık bu su kaynaklarından kimlerin nasıl yararlandırılacağına, buradan havza dışına su taşınıp taşınmayacağına, suyun fiyatlandırılmasına, su yapılarının kimlere yaptırılacağına, bu üç ülkenin nasıl borçlandırılacağına, Mezopotamya’nın ekosistemine nasıl zararlar verileceğine AB Emperyalizmi karar verecek. İsrail’e de bunun jandarmalığı düşecek.

EMPERYALİZMİN VE TESLİMİYETİN ADINI KOYMAK İÇİN
Bu teslim olmaktır. Karşılığında kimin ne aldığının hiç önemi olamaz.

Bağımsızlıktan vazgeçmek hıyanettir.

Irak ermperyalist ordularının işgali altındadır. Şimdi nehirlerinin yönetimini AB’ne devreden Türkiye de ordusuz işgal altına alınmaktadır.

Orta Doğu’nun başının belası olan işgalci, zorba ve hırsız İsrail Faşizmi artık Güneydoğu Anadolu’nun da yönetiminde hak kazanmaktadır.

Buna karşı durmak için “Van Minut” bile beklenemez.

Artık yitirilebilecek bir şey kalmamaktadır. Ülkemiz üzerindeki emperyalist hegemonya pekişmektedir.

Neden su kaynaklarımızın yönetimini AB ve İsrail’e devrediyoruz? Afganistan’a neden asker göndermek zorundayız? Neden, yer altı kaynaklarımızı bütünü ile Küresel Emperyalizmin emrine sunduk? Neden milliyetçilik, terör ve iç çatışmanın kıskacına sokuluyoruz? Neden adım adım faşizm geliyor da demokrasi dünyasının umurunda değil?

Neyin bedelini ödetiyorlar bize?

Açılım yeterince açıktı. Şimdi, son incir yaprağı da düştü, apaçık oldu.