Yollar yollara...

İki haftadır yazdığım konuya devam etmek istiyordum. Ne zaman not aldığımı çıkaramadığım ama yerinde durdukça büyüyen, köpüren, öfkelenen bir kağıt parçası vardı. Gelip gidip baktığım, canım böyle de not mu alınırmış, hangi dergi imiş, hangi tarihli imiş deyip kendime kızdığım ama yazılanların kışkırtıcılığından da kendimi kurtaramadığım maviş maviş bakan -bizi yaz, bizi yaz- diyen bir ısrarcı çağrıydı bu. 

Artık kaçamayacağımı anlayınca, oturdum, kağıdı evirdim çevirdim. Bu haliyle sizlerle paylaşmak istedim. Günahı benim boynuma... Tabii önce -dar zamanda- bir internet taraması yaptım... Kolayına kaçarak işin. Ama internetteki sörflerin nereye çıkacağı belli değil ya, elimdeki notlara dair daha kapsamlı bir şeyler bulabilir miyim diye bakarken, Pınar Kür'den Esra Elönü'ne oradan Emine Şenlikoğlu'na dolandım... Ehh afalladım, şaşaladım, durduk yerde önce bi kızarma sonra da bi gülme geldi, La havle çektim. Sonra da “burada bi dünya var dostoom” diyerek sörfümün götürdüğü yere gittim. Anlatacağım. Ama önce derme çatma notlarıma dönelim. 

Fethi Naci'nin 2010'da Destek Yayınevi'nden çıkmış Denemeler kitabının içinden bir yazı... Fethi Naci, zihnimi zorlayarak ucundan bucağından anımsadığım vakti zamanının bir edebiyat dergisinde yapılan 12 Eylül-12 Mart romanları  üzerine bir soruşturmayı anlatıyor/aktarıyor. Bir nevi iki haftadır sözünü ettiğim ıkıntının ve sıkıntının, belki de küfrün nedenlerine işaret ediyor. 

Pınar Kür'den aktarıyor “ ...12 Mart öncesi olaylara ve bu olayların kahramanlarına sevgi ile, anlayış ile yaklaşıyorlardı. Bir tek cana kıymadan ipe çekilen ya da bombayla havaya uçurulan  ya da kurşunlara hedef olan gencecik insanlara sevgiyle yaklaşmak zor değildi. (...) 12 Eylül öncesi olaylar ise bilinçsiz bir katliama benziyordu ve hiçbirimiz olayların içindeki kişilere sevecenlikle yaklaşmadık. (...) İnsan sevmediği kişiler hakkında iyi roman yazamaz. Sanatsal açıdan da 12 Eylül romanlarının 12 Mart romanları kadar iyi olmamasının nedeni budur sanıyorum.” Fethi Naci'nin de alıntıladığı ve altını çizdiği gibi toptancı, her şeyi aynı sepete koyan, anlamaya çalışmayı bir yana bırakın yargılayıp katline ferman veren bir savcı gibi davranıyor Kür.  

Kötü niyetli, pis, çıkarcı, sadece kendini düşünen, karanlık tipli kişilerin yaptıkları bir takım tekinsiz katliamlar...  Bunu söylüyor Pınar Kür 1987'de. Geçmişe baktığında gördüğü yalnızca budur. Dolayısıyla, bu romanlarda kurulan, kurgulanan karakterlerin de kendinden ve bir zamanlar oldukları insandan nefret etmeleri bu değerlendirmeyle son derece doğal oluyor.  “Teslimiyetçi edebiyat” olarak da adlandırılan bu tür yapıtlardan bugüne, bugünün insanına sızan bu tip yapıtlarda kişiler bir karabasandan uyanmış gibi davranıyorlar. Hiçbir doğrusu olmayan, devrimcilikten fırlatılmış başıboş kapsül gibiler. Kendilerine acıyorlar, “teslim alınmış” hayatlarına acıyorlar, umutları tükenirken tutundukları deniz fenerlerini de kendileriyle birlikte balçığa çekiyorlar. Çok sıkıcı... iç karartıcı...

Aynı dergi içinde bir başkası, 12 Eylül öncesinde ve sırasında İstanbul Sıkıyönetim Askeri Savcısı olarak görev yapan sonra MDP'den milletvekili seçilen ardından ANAP'lı Faik Tarımcıoğlu'ndan alıntılıyor Fethi Naci “ Ölenlerin çoğu bakkal, kasap, manav, beş çocuklu bekçi gibi halk çocukları. Öldürenlerin kimliği de bu. (...) Türkiye'de adalet yoktur. Sosyal adalet hiç yoktur. Türkiye'nin ana yapısında faşist eğilimler egemendir. Gelirler ve bölgeler arasında dengesizlik vardır. Bu nedenle 17 yaşındaki gençler bu adaletsiz tabloyu görünce büyük öfkeye kapılıyor.” diyor 12 Eylül öncesini anlatırken... 

Bir yazar, bir aydın, bir dönemin savcısı kadar olamıyor...

Fethi Naci, yazıyı “Ne demeli?” diye bitiriyor. Hakikaten ne demeli. İşte sözünü edip durduğumuz bu büyük suçluluk duygusunun gelip dayandığı kavrayış bu...  Politik roman diye gözümüze sokulan romanların bunca umutsuzluk, mutsuzluk, uzlaşmacılık, nefret saçmasına şaşmamalı.. 

Bu konuya devam edeceğiz...

İşte yarım yamalak notlarımın peşindeyken yukarıda ucundan gösterdiğim mevzuunun sonunu getireyim.   Pınar Kür'ü internette ararken, vakti zamanında Enver Aysever'in Aykırı Sorular'ında söylediği sözlerin nasıl da infial yarattığını gördüm. Şöyle demiş Pınar Kür, “Soyunan kadın ile örtünen kadın arasındaki benzerlik, her ikisinde de gözlenen kendini yalnızca cinselliği ile tanımlayan erkeğe sunulmuş arzu nesnesi olmayı kabullenme durumudur. Başını kapatan kadınla Playboy'a soyunan kadın arasında zihniyet olarak fark görmüyorum. İkisi de kendini nesne olarak sunuyor, özne olarak sunmuyor ” katılmamak ne mümkün.

Ama işte sonrasında bir linç kampanyası başlatılıyor. Dolaştıkça görüyorum. Çıldırırım namaz kılarım, çıldırırım Leonard Cohen çalarım diyen, “kapalı ama isyancı”, “canavar kalem”, “depresif, hafif gotik, sıradışı entelektüel müslüman” Esra Elönü çok kızıyor.  Pınar Kür'ü kim azdırdı adlı sakil yazıda “Ya sen kimsin be! Cumhuriyet tamponunda besleme sövücü hatun” diye ter ter tepiniyor. 

Çilem bitmiyor. Yeni açılan bir sayfada bu kez de Emine Şenlikoğlu'nun Elönü'ne ayar vermesini izliyorum. “Dandik tesettürlü”lere seslenen Şenlikoğlu, boğazı göründüğü için bir güzel fırçalıyor Esra'yı. Falan filan... 

Ahh diyorum, nereden nereye, bir roman okumak, bir roman yazmak, bir dönemi anlamak ve gelinen nokta... Nedense bütünlük ve nedensellik kurma sevdam depreşiyor. Pınar Kür'ün 80 öncesi değerlendirmesi ile yukarıdaki sakilliğin arasında pek öyle Çin Seddi yokmuş gibi geliyor bana..  

Sözcükler kifayetsiz kalıyor. Seziyorum,  ama anlatamıyorum.

Şimdilik..i