Yeni Tür Oblomovculuk

Çalışan kazanır elması kızarır, derdi ilkokul öğretmenimiz.  Öğretmenimi hem çok severdim, hem tarif edemediğim ince bir öfke yalar geçerdi çocuk yüreğimi, o böyle derken.

İlkokuldaydık. Birinci sınıfta;  kara önlüklerimiz, kolalı beyaz yakalıklarımız ve aval aval baktığımız yekpare bir dünya vardı. Yakalamaca, seksek oynar; birbirimizi iter, sonra da üzülürdük, sıra arkadaşımız düşüp de dizini kanatınca.  Bildiğiniz, tipik okul zamanlarıydı. Hepimiz devlet okulundaydık. Benim okulumun adı 27 Mayıs İlkokulu idi. 1980 sonrası adı değişti. Okuldan eve yürüye yürüye gider, yolda okul bahçesinde yarım kalmış oyunları oynaya oynaya bir hayli gecikirdik evlere.

Niyetim nostalji yapmak değil. Diyeceğim şuydu, ilkokul birinci sınıfta, henüz okuma yazmayı sökmemişken, öğretmenimizin bizi teşvik için yaptığı kartondan elmalar vardı. Hepimizin bir elması orada, gözümüzün önündeydi. Sınıfı çepeçevre dolaşan panoya asılmış içinde adımız yazılı ermemiş, beyaz elmalardı onlar. Adımızı, okuma yazma bilmesek de tanırdık herhalde ki, benimsemiştik birbirine benzeyen beyaz  elma biçimli kartonları.

Neyse efendim lafı uzattım yine, işte mısırların patlamaya başlaması gibi, biz de önce tek tek, sonra güruh olarak okuma yazmayı öğreniverdik. İlk patlayanların ise elmaları kızardı. Kırmızı oldu. Sonra da bilmiş ve şımarık çocukların sinirliğiyle “eeee çalışan kazanır elması kızarır” dedik, öğretmenimizi taklit ederek. Elması kızarmayanlar utansın.

Utanırlardı.

Kötü giyimli -her ne kadar hepimiz gösterişsiz kara önlüklerle koşuştursak da- kirli saçlı, mahzun çocuklardı onlar. Yoksulluğun ne olduğunu o günlerde sezmiş olmalıyım. Sınıfsal vicdan o günlerin kırmızı elmalarından miras kalmış olabilir. Ne kadar başarılı olursan ol, kırmızı kurdelayı en birinci taksan da nedenini bilemediğin utanç duygusu kocaman bir suçlulukla gelir çöreklenir. Elman kıpkırmızı olsa da...

Sen bitlenmedin, en fazla kirli çocuklardan bit bulaştı değil mi?

Ama çalışan kazanır, elması kızarır..

Çalışsalardı ne yapalım... Onların da elması kızarırdı o zaman.

Tembel işte onlar tembel!

Rilke, bayağı olan hiçbir şeyi hoşgörmez, demiş. Çocukları ve çocukluklarımızı hoş görelim.

Çalışkanlık kapitalizmin üzerinde ter ter tepindiği bir kavram. Yoksulların tembel olduğu, zenginlerin ise çalışkanlığı efsanesi pek yara alsa da, yaygın bir görüş olarak hala dolaşımda. Elması kızarmayan arkadaşlarımın iri ve hüzünlü gözleri bugün gibi  aklımda gerçi.

Ama çalışkan olmak kötü bir şey değil ki...

Utanılası bir şey hiç olmamalı.

Çalışkan olmak deyince aklıma 60'lı 70'li yıllarda köyden, taşradan, büyük şehirlerdeki üniversitelere okumak için gelen, koltuk altlarında kalın kitaplarıyla, sürekli öğrenen, okuyan, soran, sorgulayan, izleyen, tartışan, değiştirmek için kolları sıvayan güzel insanlar geliyor. Tiyatro yapan, Sinematek gösterimlerini kovalayan, ülkenin düşünsel ve kültürel açıdan zenginleşmesine katkı yapan, pırıl pırıl gençler ve onların yarattıkları birikim geliyor aklıma. Çalışkan gençler, dergi çıkarıyorlar, tiyatro yapıyorlar, okuyor tartışıyorlar, derslerini geçiyorlar, yetmiyor, ülkenin ve dünyanın aydınlık geleceğini selamlıyorlar.

Ne mutlu!

İşte bu çalışkan gençler arasında hem yoksulu hem zengini, hem hırpanisi hem jantisi bir ve yan yana oluyor. Elması kızaranlar vicdan yapmıyor, diğerleri eziklikten kaynaklı sünepeleşmiyor. Gönül kırgınlığı ve vicdan yarası buradan bakılınca pek görünmüyor.

Gerçek özgürlük böyle olsa gerek, eşitlikten gelen.

Gelelim çalışkanlığa...

Sözcükler, onlara inananlar oldukça anlam ve kıvam kazanır. Çoğalır, yayılır. Emek harcamak, alınteri dökmek, yoğunlaşmak, odaklanmak hak ettiği yeri bulamıyor sanki bugünün gençlerinde ve kendini genç hissedenlerde -Hadi çuvaldızı kendime batırayım-

Ne kadar çok gönül çelici eğlenti var değil mi? Bir tuzağa düşmesek diğerine düşüveriyoruz.

Bir kere görmeye başlarsak hep görürüz hesabı. Sosyal medyanın türlü kolları ile bizleri ahtapot gibi sardığı, bin bir televizyon dizisinin göz süzdüğü, her şeyin görsellik temelli yeniden şekillendiği ve gerçekliği ters yüz ettiği, kesinlik, süreklilik, bütünlük ve bağlamsallığın darmadağın olduğu bu yeni  tür okyanusta suyun üstünde canyeleksiz kalmak pek mümkün değilmiş gibi görünüyor.

Esneklik temelli bir ahlak gelip kurulmuş mesela. Akışkanlık, süreksizlik, hem o hem bu durumları... Her şey “an” da olup bitiyor. Geriye gölgesi bile kalmıyor. “Dün dünde kaldı cancağızım” iyimserliğine eşlik eden şerbet kıvamı girdiği her kabın şeklini alıyor.

Fizik gerçekliğin yerini sanal gerçeklik alıyor ve ne kitap okumaya, ne düşünmeye, ne odaklanıp belli bir konuda kafa yormaya, ne sosyal çevreyi genişletip yeni insanlarla tanışmaya, ne gerçek anlamda siyaset konuşmaya,  ya da gerçek anlamda konuşmaya, ne yan yana gelmeye hiç mi hiç zaman kalmıyor. Çünkü hepimiz yarattığımız sanallıklarla çok meşgülüz ve hep bir gözümüz, bir kulağımız orada. Bir nevi bağımlılık. Sanki bir haberi en önce duyup da paylaşmamak bizleri kötü, gamsız ve duyarsız yapıyor.

Ahmet Çınar'ın Aziz Nesin'le Aziz Sancar'ı karşılaştırdığı bir yazısı var idi. "Aydın Olan Hangi Aziz?" diye. Aziz Nesin dünya çalışkanı bir insan. Karınca gibi. Atom karınca, evet. Ancak diğer Aziz'in de çalışkanlığını  es geçmemek gerek.

Tembelliğe mazeret üretmek kolay.

Önemli olan tembel olmamak...

Çalışkan olmak...

Elmayı kızartmak...