Yazmak ya da Hypatia

Düşünüyorum. Sanırım uzun bir süre daha düşünmeye devam edeceğim. Neyi mi? Bana kötü gelen romanları. Elbette bu düşünme pratiğinin sonunda ufak değiniler, yazılar çıkacak. Çünkü, hah evet, deyip okuduğunuz -aslında seçtiğiniz bu romanlar- sizi arkadan vurduğunda yüreğinize bir diken batıyor. O diken çıkmadıktan sonra rahatlamanıza imkan yok.  

En azından bende böyle.

Geçen hafta üzerine yazmaya çalıştığım Ayşegül Devecioğlu'nun Ara Tonlar'ı kaç zaman üzerime bir ağırlık gibi çökmüştü. Masada bana bakan kitabı gördükçe, içim bir suçluluk duygusuyla eziliyor, tüm ertelenen işlerde olduğu gibi böğrüme öküz oturuyordu. Yazdım, az biraz rahatladım.

Ama hala kendi kendime kavga etmeye devam ettiğimi fark ettim. Yazarlarınca politik roman olarak tasarlanmış, üstelik tanıtım/eleştiri yazılarında da bu ifade kullanılmış kitaplardaki pişmanlık ve bizim büyük hatamız, minvalli ağlaklığın beni ziyadesiyle hasta ettiğini, evet evet adlı adınca hasta ettiğini görüce, hadi dedim yaz bir daha Şule...  (Bir daha çal Sam... Casablanca filminden miydi bu replik?) 

Roman boyunca dolaşan gölgeler, hep pişmanlık üzerine. Neredeyse devletlü eleştirilerin “aldatılan/kullanılan gençlik” klişesini haklı çıkaracak tarzda. Yaptığı işten, dünyayı güzelleştirme sevdasından, öyle bıkkınlıkla söz ediyor ki, sanki kurulmuş naylon bebekler resmi geçit yapıyor. Bütün devrimciler ya ölmüş/öldürülmüş ya da feleğin çemberinden geçe geçe karşı tarafa kapağı atmış. Eklemlenmiş, dönmüş, bırakmış, savrulmuş...  Ara tonlar ise adını bilmediğimiz anlatıcı kadın gibi yılmış, yorulmuş, tüm devrimci geçmişini iki günlük aşk ilişkisine indirgemiş neredeyse... Bıdı bıdı bıdı bıdı bıdı tatsız tuzsuz sayıklamada, çürümede, kendine acımada... 

Romandaki tüm kişiler böyle olunca, sorumlu okur olarak, bizim de “bi durunuz...” demeye hakkımız fazlasıyla var.  

Canım bağzı devrimciler, bağzı solcular ununu elemiş, eleğini de çoktaaan çiviye asmış olabilir.  Tamam, tamam da, politik bir roman yazan yazarın hep aynı türden çıkmazları, hep aynı türden yorgunlukları, hep aynı türden bezginlikleri, “yılkı insanlarını” yazıp yazıp durmasında da bir hikmet olsa gerektir. Acaba nedir? Nedir? Nedir?

Romanda öldüğü zannedilen yoldaş Demir'in 20 yıl sonra ortaya çıkması anlatılıyor ya. Toplaşıyorlar Demir'i karşılamak üzere. Birbiriyle hala bir kol mesafesi uzakta olan, dolayısıyla birbirinden haberdar olan, birbirlerinin hayatlarına dahil olan, sıkıntılarında yan yana gelebilen, “yeni”partiye gidip gelen bir zamanın yoldaşları bunlar. Şöyle yazıyor “Birbirlerine tahammül edebilmelerinin tek yolu, o zaman oldukları şeye benzememeleri. Kulağa kelime oyunu gibi geliyor ama değil. Ömürlerinin kara tahtasına yazılmış, hayatta kalabilmek için görmezden gelmeye alıştıkları basit bir denklem sadece.” 

Şimdi ömürlerinin bir kara tahtası var. Kara bahtım kör talihim gibi. Devam edelim mi, neydi... Ağustosta suya girsem balta girmez buz olur. Kıvam bu. Pişmanlık, kendine acıma, bıkkınlık, çürümüşlük... 

Romanın “geçmiş” te olanları belgesel uzaklığında/miş'li geçmiş hissiyatında da olsa anlatan tek bölüm beş sayfa.  Bölüm adı Kesintisiz Devrim. Yegane bölümden de bir paragrafçık şöyle: 

“ Gizli kalmış, beslenemediğinden körelmiş yetenekler, yepyeni, hayret verici insani nitelikler ortaya çıkıyordu. Ortak amaç için girilen uğraş, karşılıksız yapılan fedakarlıklar, elindeki her şeyi içtenlikle paylaşma arzusu, insanları değiştirmiş, kişisel amaçlar değerini kaybetmişti. Birbirlerinin gözlerinde gördükleri bu yepyeni insana hayret ve hayranlıkla bakıyorlardı. Ölümlere, acılara rağmen, mücadele içten gelen bir sevinçle veriliyordu; yaşına başına bakmaksızın herkesin kalbini saran çocuklara has bir sevinçti bu. Şiir cesaret ve umut veriyordu, bütün korkuları, denizin kıyıyı süpürmesi gibi silip yok ediyordu. Devrim şiirle büyüyordu. Dünya öyle tanıdık bir hale gelmişti ki, yabancılayacakları, çekinecekleri hiçbir varoluş yoktu.”

Uzun bir alıntı oldu ama en ışıltılı bölüm bu ve bu kadar. Ama üstte söylediği gibi, 20 yıl sonra, “birbirlerine tahammül edebilmelerinin tek yolu o zaman oldukları şeye benzememeleri” Nasıl yani diyorum. Ben mi anlayamıyorum. Gizli anlamlar var da  benim kalın kafam mı basmıyor? 

Devam ediyorum bu beş sayfalık Kesintisiz Devrim'e. Gecekondu mahallesinde tutulan bir derme çatma evde kalıyor. Örgütlenme çalışması için gelmiş olmalı. Mahalledeki yavru kara kediye süt veriyor, hatta arkadaşlarından biri tarafından bu eylemi için küçük burjuvalıkla suçlanıyor. Zaten sonra yoksul mahallesinin zalım şeytan çocukları minik kara kediyi ağaca asıyorlar. Buyrun:

“Çocuklar kediyi görmesini beklemişler, o iple dala asılmış minik kara kediciğe dehşetle bakarken çevresinden ayrılmamış, onları azarlamasını, kızmasını ya da bağırmasını göze alarak ya da bunu bekleyerek meydan okur gibi yüzüne bakmışlardı. (...) O şaşkınlıkla çocuklar arasında tanıdığı olup olmadığını anlayamamıştı. Ama çocuklar onu tanıyorlardı. Kim olduğunu, mahalleye niçin geldiğini, o evde niye kaldığını biliyorlardı. Ne kadar uğraşsa da bunu çocuk zalimliği olarak görmesi mümkün olmamıştı. Bu olay uzun süre zihnini meşgul etti. Belki de kavrayamadıkları ya da gözden kaçırdıkları zehirli bir duygu çocukları ulak teyin ederek ortaya çıkmıştı. Yatağındaki dere gibi çağıldadıkları o dünyayla arasına küçük kara kedinin imgesi girmişti.” Üstelik bir paragraf altta, komşusu Zeynel ile Nazik'ten söz eder. Bir gece, bodrumdan gelen sese ürkünce, Zeynel'i çağırır ve onun don gömlek gelişinden, üstelik Zeynel'in“titreyen” vücudundan ve şehevi,beklentili bakışından rahatsız olur.  Kimselere söylemez. “Zeynel mahalledeki komitedeydi ve en güvendikleri insanlardan biriydi.”   

Ne pismiş yahu herkes... İşte size Kesintisiz Devrim... İşte size politik roman.  Mermer olsam paralanırım. Türkiye solu iyi bile dayanmış. Bunca yorgunluğa, umutsuzluğa, kendine acımaya şaşmamalı... 

Oysa dün akşam Agora filmini gösterdik. Bir kez daha Hypatia'nın bilgeliğinden mağrurluğundan, doğruda durmanın verdiği güvenden, güzelliğinden, korkusuzluğundan, meydan okumasından, inancından büyülenmiştim...  

Bir de filmi izlerken gizli gizli ağlayan gençlerin gözyaşlarından öpmek istemiştim. 

Sadece felsefeye inanan, dinsiz Hypatia..

Gecesinde Paris Katliamı geldi. 

Dünyayı değiştirmeliyiz kesin bilgi. Bunu yayalım. Üstelik, bunu şarkı söyleyerek, dans ederek, ahh ne güzelim diyerek, aynadaki kendimize göz kırparak, heyecan duyarak, mutlulukla ve sevgiyle yapalım  

Bezginlik bizden uzak olsun Hypatia... Upuzak olsun.