Bir yaz günü oldu bunlar
gri yağmurlar yağıyordu
çekildi bütün kılıçlar
ben bir yanda rakip hayat
denizse köpürdüyordu
ve şarkılar söylüyordu bir siren
ölmemi istemiyordu. *
Son istasyona doğru bir yılan telaşıyla akıyor tren.
Güneşli, pırıl pırıl bir kentteyiz şimdi. Serin avluların yeni yıkanmış beton kokusunu yudumlayarak içiyoruz çayımızı. Yorgunuz. Bir nefeslik dostluk solumak ister gibiyiz. Dost bakışlarının neşesinden şımarmışız biraz da. Güzel günlere inanıyoruz. İçimiz kıpır kıpır. Bütün konukları ağırlamak istiyoruz. Serin kolonya kokularının temizliğinde güzel günler uzanacağımız kadar yakın.
Sivas, Sivas… Bizi konuk eden şehir.
Şiirli günlere davetliyiz işte. Şiir solunacak. Şiir konuşulacak. Pir Sultan’la sohbet edilecek. İşimiz çok. İşimiz güzel.
Yaşlı bir yazar duruyor ileride. Seksenli yaşlarına doğru yol aldığı belli. Her halinden bilgelik akıyor. Çizgi gözleri ışıltısını saklayamıyor. Hızlı adımlarla yaklaşıyor otele. Acelesi var. Arada bir yoklayan yürek çarpıntısına aldırmıyor. Acelesi var. Pırıl pırıl temmuz güneşinin yumuşak dokunuşlarını hissediyor, sanki gencecik, sanki âşık… Güneş yakmıyor onu nasılsa. Bir yeğnilik var üstünde. Acelesi var. Oysa dinlenmeli biraz. Bunu hak etti. Bayrağı gençlere, semah dönenlere, şiir okuyanlara, şiir yazanlara devretmeli…
Din-len-me-li
Oysa…
Bir koku var havada. Dinlenemez. İnsanı tedirgin eden, ısıran bir şeyler kapıları zorluyor. Bu kokuyu biliyor. Bu kokuyu tanıyor. Bu toprakları bildiği kadar bu kokuyu da biliyor. Alıcı kuşlar geliyor aklına.
(…)
Kentin konukları kırgın şimdi. Kültür Merkezi’ndeki giderek saldırıya dönüşen sataşmaları dindirmek mümkün olmadı. Gerginlik havada asılı kalıyor. Neşeli konukların şiirlerine, türkülerine, danslarına, söyleşilerine sızıyor bu tedirginlik. Hava boğucu sıcak. Sanki havada bir kıvılcım bekler gibi ateş sıcaklığı.
Artık oteldeler. Burası Madımak Oteli. Burası daha emniyetli. Daha serin. Onun için oteldeler. Otelde bekliyorlar. Tatsızlık çıkmasın istiyorlar. Onun için oteldeler.
Zaman yolunu şaşırmış…
(…)
Ankara’dan Sivas yakın. Memlekette her yer yakın. Artık her yer ışık hızı yakınlığında. Artık bilgi, bilişim, iletişim ve hız çağındayız.
Yani bambaşka bir Ortaçağ’da.
Ankara’dan Sivas yakın.
Yakın mı?
Ölüm anını durdurabilir mi bu yakınlık? Bir saniye öncesi ve sonrasıyla ölüme giden insanı çekip alabilir mi? Zamanı geriye döndürebilir mi?
Ölüm kadar uzak mı Sivas?
Düşünmek istemiyor.
Yürek ağrısına dayanabilir. Ama yorgun görünmemeli. Odasına çıkıp temmuz sıcağının ateşli öpücüklerinden sakız çarşaflara sarınarak kurtulmak istiyor. Genç kızların, delikanlıların, şairlerin, yazarların, müzisyenlerin, ressamların, karikatürcülerin, öykücülerin oturduğu merdivenleri çıkıyor. Ona yol veriyorlar. Dinlenerek, arkasına bakarak, yüreğindeki ağrı artarak çıkıyor merdivenleri. Yaşlı olduğunu duyumsuyor ilk kez. Ne kadar da yaşlı. Gençlerin gözleriyle görüyor kendini. Onların gözbebeklerinden kendini yaşlı görüyor… Çok yaşadı. Ne kadar çok yolculuğa çıktı. Hayat bir yolculuk. Odysseus’un yolculuğu gibi. Yüreğindeki gömüyü bulmak, gömüyle sevinin yerlerini değiştirmek için didinip durdu. Yaşlı bir yazar şimdi. Öyle görüyor genç kızlar, delikanlılar. İnatçı, sevimli, bilge… Tam Aziz Nesinlik bir ihtiyar.
(…)
Sesler giderek çoğalıp, bir uğultu halini almaya başlıyor. Pencerelerden uzak duruyor çocuklar. Kocaman kaldırım taşları vızır vızır havada uçuşuyor. Kıyamet bu olsa gerek diye düşünüyor semah ekibindeki incecik gençlikleriyle delikanlılar, genç kızlar. Korku dolu bakışlarında, kuğu boyunlarındaki dehşetin gölgeleri giderek koyulaşıyor. Madımak Oteli temmuz ateşini yutmuş bekliyor.
Ankara niye bu kadar uzak?
Ya makamlarında olup bitenleri televizyondan canlı izleyenler…
Neredeler?
Telefonlar dilsizleşiyor. Kısa zamanda ortalık yatışacak, sözleri ışık tozları arasında görünmez oluyor. Alıcı kuşlar beklemede. Uğultu kulakları sağır edercesine yükseliyor. Kıvamlı uğultu dalgası Madımak’ı yutmaya hazır bir canavar sanki. Kara sakallarıyla kara bir ayinin tam ortasındalar. Gölgeler koyulaştıkça ölüm masum kalıyor.
“Bu sırada uzun boylu, sakallı bir adam bizle çatışmaya girişti. Sonra bizi aşıp yukarı çıkamayacağını anlayınca. ‘Hepinizi yakacağız’ diye bağırdı.”
Yakacaklar…
“İkindi ezanı okununca, korkunç kalabalığın hepsi sustu. Az önceki taş ve slogan seslerine karışan büyük uğultu dindi. Bekledik hatta giderler diye düşündük. Ezan onları namaza çağırıyordu çünkü. Bizlere taş atmalarını bile bir ibadet olarak algılıyorlardı. Oysa karşılarında daha güçlü bir ibadet vardı. Erdal Ayrancı umutsuzlukla döndü, gitmeyecekler, bunlar kazayı kılacaklar ağabey dedi.”
Gitmediler.
Alıcı kuşlar…
Gitmediler…
“Yukarıdan seslenmiştim onlara. Behçet Aysan, Metin Altıok ve Uğur Kaynar oturuyorlardı. Kimin aklına geldi bilmiyorum, ama aramızdan bir kişi ölse, aramızdan birisine bir şey olsa ne olur diye tartıştık. Sanırım bunu söyleyen Uğur’du. Metin dedi ki, ne olacak, kalanlar onun için şiir yazarlar…”**
(…)
Acı. Acıyor. Acıtıyor.
Bütün bu yaşananlar öylesine utanç verici ve ağır ki. Yıllar geçmiş olsa bile, dün gibi.
İnsanlık suçu.
İnsanın insana yaptığı zulüm…
Titrek bir ceylan Menekşe, avuçlarında kardeşinin minik elleri…
Oysa bilmiyorlar, hiçbir şiir yarım kalmaz ki.
*Behçet Aysan, Düello
** Akıntıya Karşı Aziz Nesin kitabından.