Sadece erkekler mi cinnet getirir?

En son on dakika ara demiştik, havlu atmıştık. Sıcaklardan sırılsıklam olmuştuk ve belli ki derin depresyon tanısı koymuştuk kendimize. Ama olmuyor. Ara mara işe yaramıyor. Karamazov bir türlü bitmiyor. Uzadıkça uzuyor. Ve “baba katilliği” her dem, her daim farklı biçimlerde, korkunç bir vicdan muhasebesiyle kadim bir insanlık sorunu olarak kendini dayatıyor. Peki, öyle olsun.

Ama böyle bir lüksümüz yok ya hani. Ara isteyince de bir suçluluk duygusu, tepeden tırnağa bünyeyi esir almaya çalışıyor. Bir rahat edemedim şu yalan dünyada diyesim geliyor. Neşet Ertaş’a selam ederek “Hep sen mi ağladın hep sen mi yandın,/Ben de gülemedim yalan dünyada/ Sen beni gönlümce mutlu mu sandın/Ömrümü boş yere çalan dünyada” türküsünün ezgisi doluyor kulaklarıma.

Yok işte, olmuyor. Ben tatlısu monşeri olarak ne gördüm ki şu yalan dünyada diyorum kendime türkü tadında efkârlanmayı bile yasaklıyorum. Ah! Kavanoz dipli dünya.

Öyle can sıkıcı, yürek burucu, barbarlığa gittiğimize işaret eden haberler düşüyor ki ajanslara, nedensiz efkârlanmak ne mümkün. Seçmek mümkün belki, ama aslında nasıl da birbirine bağlı bütünsel bir sistemin ahtapot kolları olarak duruyorlar karşımızda dünyada ve Türkiye’de olup bitenler.

Oysa kadın cinayetleri giderek artan ivmeyle aldı başını gidiyor ülkemde. Bize özgü, rekordayız. Son on yılda kadınlara yönelik şiddet ve cinayetlerin arttığı apaçık ortada. Buna rağmen, erki temsil edenlerin zihni sinir açıklamaları, olup bitenlere nasıl da içtenliksiz yaklaştıklarını gösteriyor. Her şey olağan sanki, iş cinayetleri, kadın cinayetleri, kadına yönelik şiddet, trafik kazaları, tanker patlamaları, facialar, seller, su baskınları, IŞİD, yolsuzluk, yalan, talan, seçimler…
Her şey çok olağan, sadece ve sadece mutedil dalgalı öyle mi?

Dönersek konumuza, İslâmi kapitalist sistemin ataerkiyle kol kola vererek yaptığı kadınları kurban törenleri, hakikaten görmezden geliniyor. Çünkü iktidar, ekmeğini şiddet söyleminden çıkarıyor. Öyle ya, delikanlılığın, maçoluğun, küstahlığın ve kibrin hakim olduğu iktidar dili sürekli kendine ezecek, şiddetini yöneltecek diğerlerine ihtiyaç duyuyor. Böylesi bir atmosferde kadının adı olabilir mi? Peki yaşam alanı?

Erkek şiddetinin mazur gösterildiği kültürel kodlara bilimsel safsatalarla soslanmış iri laflar eşlik ediyor. Öyle ya, erkeğin saldırgan bir doğası hormonlarıyla alakalı olabilir. Nasıl bir cinsiyetçi palavra! Öte yandan şiddet uygulayıcılarının patolojik durumlarından söz ediliyor sıklıkla. Hastadır, ruhsal bozukluğu vardır, cinnet getiri getiriverir ve herkesi doğrar… Zaten Hitler de ruh hastasıydı da ondan oldu olanlar. Ama veriler göstermekte ki, şiddete başvuranların sadece yüzde 10’u ruhsal bozuk. Bal gibi de, sen, ben kadar normaller yani.

Bir de şiddet uygulayıcıları kendini kaybediverirler, cinnet getirmenin yanı sıra bakın bu da bir şehir efsanesidir. Şiddeti, kontrolün kaybedilmesiyle açıklayan yaklaşım halt etmiştir. Aslına bakarsanız, saldırgan zat-ı muhteremler sadece belli yerlerde, belli kişilere karşı şiddet kullanırlar. Örneğin evde eşlerini döver, öldürmeye kastederken, onca ezildikleri, onurlarıyla oynanan iş yerlerinde patronlarına karşı kuzu gibidirler. Ve aslında şiddeti belli taktiksel biçimlerde kullanırlar. Kurnazdırlar yani… Hiç de öyle kendilerini kaybetmezler, plan yaparlar, programlarlar.

Sonuç olarak toplumumuzda şiddet geçer akçe oldu mu? Şiddet dili egemenliğini kurdu mu? Yargı erkek şiddetini mazur göstermek için son derece hassas davranıyor mu?

Ve nihayet adlı adınca, ataerkil sistem, kadını mal ve köle olarak terbiye edilmesi gereken, hizaya sokulması gereken bir sorun olarak görüyor mu?

Çürüyen sistemin ve toplumun her parçası pul pul dökülüyor. Pul pul…