Prag'ın pençeleri

Kafka, Prag için “Prag’ın, tatlı küçük ananın, çok güçlü pençeleri var; sizi asla bırakmaz.” demiş ya hani, Prag’a dair benim de zihnimde canlanan sis, karanlık, kasvet ve kötülük… Ancak bu tekinsizliğe eşlik eden bir büyü ve iç ezikliğiyle birlikte bir öykünme, bir haset… Nihayetinde karmakarışık duygular uyandıran bir şehir ve elbette bir tarih öylece durup göz ediyor. Hani denir ya,  bir metnin derinliği, bir sürü farklı yoruma, “okumaya” izin verir. Her bir parçası kendi başına bir hikâye anlatır ama parçaların oluşturduğu bütünün muazzam kıvamı ve genişliği şaşkınlık ve kaygı verir.

Prag karşısında bir flâneur gibi hissediyorum kendimi. Ne demek flâneur? Şöyle yazmış Ahmet Oktay Metropol ve İmgelem’de:

“Flâneur, Baudelaire’in kullandığı, Walter Benjamin’in içeriğini zenginleştirdiği bir kavram. Baudelaire sözcüğü “aylak” ya da “avare” anlamında kullanıyor. Ancak Benjamin, söz konusu aylağın sadece dolaşmakla yetinmediğini, dolaşırken kapitalizmin gasp ettiği, yürürlükten kaldırdığı her şeyi (nesneleri, mekânları, davranışları vb.) belirlemeye, yeni yaşam biçiminin anlamını deşifre etmeye çalıştığını belirtiyor. Ünsal Oskay ise, flâneur’ü düşünür-gezer diye karşılıyor.”

Avarelik, bohemlik… Başıboş, çevreye bakarken naçar dolaşırken aynı zamanda bin bir düşünceyi bir biri ucuna eklemek; örmek, sökmek… Örmek, sökmek…

Benjamin devam ediyor: “Kalabalık, lanetlinin yalnızca en yeni sığınağı değildir; aynı zamanda toplumdışı kılınmış insanın kullandığı en yeni uyuşturucudur. Flâneur, kalabalık içerisinde yaşayan, terk edilmiş kişidir.” Pasajlar’da böyle.

Aslında sadece Prag karşısında değil, hayat karşısında flâneur gibi hissediyorum kendimi günden güne. Kocaman, yığınsal, şekilsiz, kaba, sakil, lümpen bir kara kartopu döne döne tüm hantallığı ve azametiyle üstüme üstüme yuvarlanıyor.

Kafka da böyle hissetmiştir belki. 3 Temmuz 1883 doğumlu Kafka. Küser huylu, duygusal ve içe dönük. Üstelik kasvetli Prag’ın pençeleri onu bir türlü bırakmıyor. Bakıp, sezip, görüp kabuğunu kıramayan, gördüğü korkunçluk karşısında yüzüne ışık tutulmuş bir tavşan gibi hareketsiz kalan, acı çeken Kafka. Gregor Samsa, Joseph K., Şato’nun dehlizleri ve tiz kahkahalar arasında kapitalizmin alacakaranlığını yaşatan. Sürekli başarısızlık ve yetersizlik hissiyle büyümek zorunda kaldığından babasından ve onun temsil ettiği tüm değerlerden, iki yüzlü ahlak anlayışından, çaresizlikle nefret eden Kafka. Kendini bir sabah tüm bu çaresizlikler ortasında kocaman, dev bir hamam böceğine dönüştüren ve bir elma  posasıyla gönlünden yaralanan, kanayan  Kafka. Gündüzleri, dokuma fabrikasında sigortacılık yapan, işçilerin perişanlığı karşısında cüzdanı ve vicdanı arasında derûni kederlere gark olan insan Kafka. Yaşadığı çağın karanlığından ve iki yüzlülüğünden tiksinen, alacakaranlığı tüm kıvamıyla resmeden Kafka.

Prag’da bir Astronomik Saat. Saat başı geldiğinde saatin üzerindeki pencereler açılıyor. 1410 yılında dönemin ünlü bir saatçisi ile astronomi profesörünün birlikte tasarladığı saat bu. Simgesel. Tik tak… Tik tak… Önünde bekleyen turistler. Yeni bir şey keşfedeceğimizin şımarık neşesi.  Adam sende.  Öte yandan her bir vuruş, her bir dakika… Tik tak. Her saat başı hareketlenme ve saatin şovu başlar. Elinde aynası ile kibir ve kendini beğenmişlik kırıtır, aç gözlülük, ölüm ve hedonizm arz-ı endâm eder… Zaman geçer. Öyle bir geçer ki üstelik.  

(Not: Çekler çalışmaması halinde kente uğursuzluk geleceğine inandıklarından saatin bakımı büyük bir dikkatle yapılır imiş.)

Kafka’ya dönersek… Saatin önünde bekleyen neşeli kalabalıklara ait olmadı hiç. Cansız, solgun, mutsuz ve sürekli tırnaklarını yiyen Kafka.

“Kafka’nın düşündeki melek birdenbire ölü bir nesneye dönüşmüştür. Bu ‘canlı bir melek değil, denizci meyhanelerinde geminin pruvasından alınmış tavandan sarkan tahta bir melektir. Başka bir şey değil… ‘ Kafka’nın düşü, bütün canlı varlıkların nesnelere dönüştüğü korkunç bir düştü. Eisenstein Potemkin Zırhlısı filminde bunun tam karşıtı bir durumu ortaya koydu.” der Ernest Fischer Sanatın Gerekliliği’nde. Kafka’nın eserlerine özsu olan yarılmayı ve teslimiyeti  anlatır gibi gelir. Bir ufak adım, minicik bir adım kasvetten temiz havaya çıkaracakken. Kafkaesklik  (Kafkavarilik) Kafka yazdığı için güzeldir. Prag ise Kafka yaşadığı için öyle.

Ve kentler, görünmez Kentler. Calvino demiş: “Labirent, içine giren kaybolsun ve dolaşsın diye yapılır. Ama labirent, o aynı kişiye, yeni bir plan çizmesi ve labirentin gücünü yok etmesi için bir başkaldırıyı da düşündürüyor. Bunu başardığı taktirde insan labirenti yıkacaktır; onu boydan boya geçen biri için bir labirent yoktur.”

Kentlerin pençeleri ve labirentleri…

Bizim kentimiz hangisi?