Paris Mon Amour!

Geldiğimizden beri sonbahar kendini utangaçça gösteriyor Paris'te. Birkaç gündür yağmur sıcağı, korkunç bir nem basıncıyla bizleri epey zorlamış olsa da, yaz sonu telaşı yavaştan bura insanını sarmış durumda. Bistro denilen küçük restoranların önü sağanaklardan sonra tenhalaştı. Zira minicik masalara yerleşmiş, oldukça samimi havada sohbet eden insanları seyretmek pek keyifliydi. Gittiğimiz müzelerde, Paris'te 18 ve 19. yüzyıllarda gündelik yaşam konulu resimlerde yine bistroler ve yine minik masalarda kafa kafaya vermiş sohbet eden Parisliler gördük. Resimlerde de, bugün de minik köpekler bu tabloların olmazsa olmazları... 

İşte bu sonsuz sohbet ve sonsuz karnaval havasında, derinlikli, incelikli, yaşama ve insana dair güzel şeylerin olduğuna inandık. Tersini söyleyebilirsiniz, doğru. Ama bize dair umutsuzluğun karamsarlığını değil  de, umudun içinde kendine yer açacak iyimserlikten söz ediyor bu yazı. 

Onun için, bir Angelepolous filminden dışarı fırlamış sahneleri paylaşmak istiyorum sizlerle örneğin. Seine nehri boyunca yaptığımız yürüyüşler öyle sürprizlerle bölündü ki iyiliğe, dansa, müziğe, gülümsemeye inandım. 

Sürekli tango yapan bir kalabalığı düşünün mesela. Hepsi birbirinden ilginç yüzleri ile farklı yaş grubundaki insanlar sürekli tango yapmada, sürekli..  Hayat sanki sonsuz bir tango sanki. Zaman durmuş, tango için farklı bir paralel evrende kendi ritmiyle yeniden kurulmuş gibi. Kısa boylu, yetmişli yaşların üstünde, küçük mavi gözlü, ciddi görünümlü, koyu takım elbisesinin kumaşı giyilmekten parlamış, “tonga master”ı, küçük anfi tiyatroda seyirci locasında oturan kadınları dansa da kaldırıyor üstelik. Kimse yalnız kalmaya mahkum değil Seine kıyısında. Sadece kovaların içinde soğutulmuş su , şarap ve bira satmaya çalışan göçmenlerler... Bir onlar telaşlı, bir onlar, tedirgin, bir onlar yalnız...  

Hikâyelerin hayal etmeye çalışıyorum. İnsan kaçakçılarından yardım umarak Suriye'den, Senegal ya da Bosna'dan Avrupa'ya kapağı atmış bu insanlar, şanslı mı sayıyorlar kendilerini? Üstelik bir de eyleme tanık oluyoruz Maraise'de. Afrika kökenli mülteciler, sığınma hakkı, iş ve insanca bir yaşam için eylem yapıyorlar.

Seine'deki tatlı hayata dönersek, yaz dönemi için Paris Belediyesi'nin hazırladığı bir dizi etkinlikler var. Bir yanda kum adalarıyla yapılmış bir plaj, diğer yanda belediyenin ücretsiz şezlongları, soğuk su ve soda sebilleri, öte yanda ise, Louvre Müzesine dair kitapları bulabileceğiniz açık hava kütüphanesi. Kütüphanenin yanında ise, çocuklar için yapılan etkinlikler... Buraya  açıkhava ana okulu demek daha uygun gibi. Bir sürü çocuk, gürültü patırtı, yaygara yapmadan öğretmenlerini dinliyorlar. 

Paris'te hayat mutedil dalgalı anlayacağınız.

Yerleri sarı yapraklar kapladı. Erken sonbaharın hüznü ise üzerimize yapıştı. Dönecek olmamızdan mı bilinmez, karşımıza çıkıveren dans gruplarının enerjisi karşısında, kendini muhteşemce sergileyen Paris heykelleri karşısında gözlerimiz doluveriyor. 

Kan revan ortamına, sabah akşam sinir bozucu homurtulara, höykürmelere dalacak olmamıza sıkılıyoruz, öfkeleniyoruz.  Bu ülke, bu insanlar tüm bu yaşananları hak edecek kadar ne yaptı, demek geliyor içimden arabeskçe. Hiçbir yere ait olamamak hissi kabarıyor içimde. 

Sonbahar kendine has telaşıyla gelecek belli... Hüzünse ölülerimizle çoğalmakta. Zavallı yorgun ve mutsuz ülkem.