Özgürlük, Eşitlik, Kardeşlik!

Bu kentin pek çok yerinde anıtlara, köprülere, bulvarlara kazınmış bir slogan bu. Komünarların dillerinde, barikatlarda, giyotinlerde, uzayıp giden hayallerin en derininde özgürlük, eşitlik ve kardeşlik sesleri yankılanmada.

Hani birden canevinizden vurulursunuz ya, şaşkınca öylece kalakalırsınız. Paris bende bu etkiyi yarattı. Öylece durdum. Bir süre ne kıpırdayabildim ne de konuşabildim. Kendimi derya içinde olup da deryayı bilmeyen balık gibi; tam da kocaman, aptal, bol dudaklı bir balık gibi hissettim.

Kafka'nın Prag'la ilgili söylediği “Bu şehrin pençeleri var, beni bir türlü bırakmıyor” sözünü Paris'e uyarladım. Bir zamanlar İstanbul'a, eski sevgilime söylemiştim oysa. İnsankızı çiğ süt emmiş; ne gam. Şimdilerde Paris Mon Amour! diyorum. Nasıl da hafifim, nasıl da mutluyum, nasıl da âşığım.

Yüzlere, suretlere, taşıdıkları anlamlara dalıyorum bir süre. Ne kozmopolit, ne yan yana, ne hoşgörülüler diyorum. Kimse kimseyi yargılamıyor mu ne! Oysa bizim memlekette habire sopa sallamakta mollalar. Kara sakallarıyla vıdı vıdı konuşmaktalar.  Yok vişkiymiş, yok Haliçmiş, yok monşermiş... Yok tatlısu hıyarlarıymış... Dedim ya ayağım yerden on değil de yirmi santim yukarda. Dedim ya halleluya !

İşte memleket siyasetine bu kadar uzağım, bu kadar dışardanım, dışarlıklıyım yani.  

Sonra kendime geliyorum, beyaz monşer turist kıvamı rahatsız ediyor. Romantik Sürgünler'e ara veriyorum. Köşede bir evsizi görüyorum, yüreğim yufkalaşıyor. Sonra Louvre Müzesi'nin bahçesinde Eyfel Kulesi maskotları  satan  Senegalli gençle konuşuyorum. Demba Ba'dan söz ediyor. Galatasaray, Beşiktaş, Fenerbahçe diyor. Sempatisini, konuşkanlığını, sevimliliğini üç kuruşluk maskotları satmak için kullanıyor. Seni kavanoz dipli dünya, fuck kapitalizm dedirtiyor. Başka söze ne hacet...  Mahzunlaşıyorum.

Tatildeyim bebeğim, diyorum. Oya gibi işlenmiş tarihe, insanlığın inanılmaz inceliklerine, göz kamaştırıcı dehasına gözlerim doluyor. Evet, diyorum, bir geleceğimiz olacaksa, sosyalizmden aşağısı kurtarmaz. Kurtarmayacak. Komünarların, Baldırı çıplakların (Fransızcasıyla  Sans-culottes) inançlı fısıltıları, sıcak Paris akşamlarında yankılanıyor. Carnavalet Müzesi adlarını fısıldıyor. Şehrin en güzel serinliklerinde,  dokunduğum köprü taşlarında, bu şehri, en güzel şehir yapanın biraz da “bozulmaz, satın alınamaz, yıkılmaz” Robespierreler olduğunu söylüyor kulaklarıma... Giyotin habire çalışıyor, kurşunlar kulaklarımda vızıldayıp duruyor. Ama dipten gelen sesi bir türlü bastıramıyor: Eşitlik, özgürlük, kardeşlik!

Uzaklaşmak istiyorum. Devrim günlerini, Komünarları, Komün'ü, komünar modasını unutup ( ki komünarların giydiği kıyafetler ABD dahil pek çok yerde son derece popüler olmuş) bu güne dönmek istiyorum. Zonklayan başımı, bıraksam içimi kederle dolduracak olan insanlığın ve dahi benim kaderime  ağlayacak başımı, serin mermer heykellere yaslamak istiyorum. Alnımı, şakaklarımı serinliklerinde dinlendirmek istiyorum.

Pıt diye, Sergey geliyor. Sergey, Meaux'ta, Salman'ın restorantında tanıştığımız, kitap ve film delisi, tır şoförü bir Fransız. Başta utangaçça  uzaktan selamlaşmamızın sonrasında dayanamayıp bizim yanımıza gelmek için izin istiyor. Ne demek diyoruz. Yeter ki muhabbet olsun. Sergey nasıl da enerjik, ellili yaşlarında bir yalnız adam. Isaac Asimov,  Aldous Huxley okuyor. George Orwell'in günümüzü nasıl da bildiğini, her yerde big brother'ın bizi izlediğini  söylüyor.  ABD hayranı gibi duruyor. İşkilleniyorum. CIA'den olabilir mi? Sonra reflekslerime gülüyorum, gülüp geçiyorum. Sergey sosyal medya kullanmıyor. Öyle ki, e postası bile yok. (Bize sonradan bir şiir yazacak ve altına telefon numerosunu kodlayacak). Filmlerden konuşuyoruz. Distopyalardan... Orwel'in ajanlığından söz ediyorum. Gülüyoruz. İnsan önemli diyoruz. Sonra Agora'yı anlatıyoruz. Hani geçen hafta Nazım'ın bahçesinde izlediğimiz film. En etkilendiği filmlerden çıkıyor. Dinlere, din savaşlarına lanet olsun diyoruz.  Bir sessizlik oluyor. Hypatia'yı ve  din savaşlarında ölen tüm Hypatia'ları anıyoruz yutkunarak...

Ve diyoruz, bizi ayıranlar, birleştirenlerden daha az...

Üstelik inadına bira yudumlayarak, belki whiski, inadına yaşam, inadına özgürlük, inadına eşitlik, inadına kardeşlik demek istiyoruz...

Enteliz, danteliz, tır şoförüyüz kime ne...