Osmanlı yasağı

Tatsız tuzsuz, heyecansız, bıkkın ve öfkeli. Bazen içimde inanılmaz bir enerji fışkırması oluyor.

Tamam. Öyle anlarda sanki tek parmağımın ucunda yerküreyi hıphızlı döndürebilirmişim geliyor.

Evet.

Çok seviyorum o anları. Bitmesin istiyorum. Zamana karşı yarışmak, dünyanın bütün devrimlerini yapmak, bütün kitaplarını okumak, bütün başlıklarda tartışmak, fizik öğrenmek, matematiğe merak salmak, resme başlamak, Fransızca öğrenmek, dikişi ilerletmek, roman yazmaya başlamak, mır mır edip durduğum tezimi bir hal yoluna koymak, bir çocuk yetiştirmek, sardunyaları açtırmak, kafesteki muhabbet kuşu Kırki'yle daha çok ilgilenmek, yaşlılarla daha çok zaman geçirmek, evi temizlemek, ayakkabılarımı boyamak, giysilerimi ütülemek, kitap notlarımı düzenlemek, dostlarımla daha çok buluşmak istiyorum. Hayat ne tatlı, demek istiyorum. Sonsuz bir özgürlük ortamında iç huzuru içinde, gölgelerden azade ışıltılı ama alçakgönüllü yapıp etmelerle hemhal olmak istiyorum.

Olabiliyor mu?

Hayır.

Zoraki yarattığımız sevimli fanuslarımız bile koruyamıyor işte. Koruyamaz.  Sinirlerimizi bozup bozup duruyorlar. En azından benim sinirlerimi laçkalaştırıp, tahammül katsayımı inanılmaz ölçüde düşürdüler.

Siyasetten ve siyasetçilerden söz ediyorum.

Atmosfer seçim atmosferiymiş, ne gam.

Bıktım. Vallahi de billahi de tillahi de bıktırdılar. Aynı keçiboynuzu, aynı tatsız tuzsuz, susuz yağsız keçeleşmiş, bayatlamış hormonlu, gdolu zımbırtıları ağızlarımıza ağızlarımıza tıkıştırıyorlar. Boğuluyorum.

Midem bulanıyor.

Gözlerim beleriyor.

Yüzüme al basıyor.

Bayılmamak için kendimi zor tutuyorum. Hallerim budur.

Buna rağmen toparlanıp, keçiboynuzu benzetmesini hak etmiş bir mevzuyu dinlemek üzere bir söyleşiye gittim. Başlık, Türkiye'de demokrasi tarihi, idi. Bir arkadaşımla konuşurken, konuşmacının da altını çizdiği olmayan şeyin tarihi mi olur, sorusu idi ya. Önemli değil.

Kudret Emiroğlu, Osmanlı'dan başladı anlatmaya. Haliyle aşiret toplumunda halk olmadığından tanım gereği de demokrasinin de olamayacağından söz etti. Avcı toplayıcı toplumlar devlet kuramazken, aşiretler devlet kurabilirmiş yani. Osmanlı ise, tek bir aşirete, Osmanoğulları'na, tek bir hanedana dayalı bir devlet. Aşiret üyeleri ise, kandaş ya da yandaş olduğu kabul edilen üyeler... 

Sonra Celali isyanları. Bu da aklımda kaldı örneğin. En kuvvetli Eşkıya kimse, Osmanlı tarafından vali tayin edilir imiş.

Atlaya sıçraya Namık Kemallere geçebiliriz. Tanzimat dönemi falan. Hepsi devletlu. Hepsine memuriyetler öneriliyor. Ancak Vatan Şairi ve diğer Tanzimatçılar içtenlikli bir biçimde ülkenin zor durumunda, onu kurtaracak ana figürü aramaktalar. Bu öyle bir zor durum ki, Osmanlı lime lime olmakta. Onu kurtarmak için meşrutiyet gerek, kötü gidişata set çekmek gerek.

Öyle ya, devlet dağılmasın, devlet vatana dönüşsün, halk vatana sahip çıksın... Amma sakın ha sakın ayaktakımı bu işlere bulaşmasın. Ayaktakımının nereye kadar gideceği belli olmaz...

Benzer bir refleksin DP döneminde Samet Ağaoğlu tarafından dillendirildiğini, belki de yazıldığını, söyledi Emiroğlu. 1946'da DP'de seçimleri boykot edelim yollu çıkışlara yönelik, Namık Kemal'le aynı sözler kullanılmış. İktidar bir şekilde korunmalı. Halkın nereye gideceği bilinmez. Sınır ah o sınır iyi kollanmalı. Baldırı çıplaklar takımına zinhar müsaade etmemeli.

Niyeyse dışarıdaki toz duman, seçime doğru onca didişme... Devlet-i Aliye'nin yüce çıkarları söz konusu olunca süt liman.

Ve söyleşiden pek manidar atasözleri.

Kim üstüne alınırsa ona gitsin.

Osmanlı yasağı üç gün sürer.

Köpekle dalaşmaktansa çalıya dolaşmak

Al gülüm ver gülüm.

Ama biz şöyle mi bitirsek yazıyı...

Ya devlet başa ya kuzgun leşe.